5 Şubat 2019 Salı

TANRIYA ÇOK UZAK AMA ABD’YE ÇOK YAKIN, ANKA ENSTİTÜSÜ-Yazar: Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

TANRIYA ÇOK UZAK AMA ABD’YE ÇOK YAKIN
No: 05/022019
ANKA ENSTİTÜSÜ
Yazar: Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara, 06 Şubat 2019
S-1- ABD’nin Venezuella’ya karşı başlattığı düşmanca müdahaleyi nasıl yorumluyorsunuz? Neden böyle bir saldırıya kalkışmakta?

C-1- Söyleşimizin başlığı, Latin Amerika’nın dünya coğrafyasındaki yerini belirlemek ve bu doğrultuda geleceğini açıklamak üzere söylenmiş olan bir sözdür. Sadece Venezuella’nın değil ama bütün Güney Amerika’nın kaderi için ifade edilen bir açıklama olarak, söyleşimizin başlığı bugünkü siyasal gelişmeleri de açıkladığı gibi aynı zamanda güney yarıküresinde yer alan Latin ülkelerinin de kaderleri hakkında genel bir açıklama getirmektedir. Coğrafyanın bir ülkenin geleceğini belirlemesi gibi aynı zamanda jeopolitik biliminin sonucu olarak, devletlerin dünya haritasındaki konumları da ülkelerin kaderleri hakkında da belirleyici olmaktadır. Venezuella isimli Latin Amerika ülkesinin bugün başına gelenleri de böylesine bir yaklaşım çerçevesinde açıklamak mümkündür. ABD, güney Amerika kıtasının tepesinde yer alan bir kuzey ülkesi ve emperyalist bir devlet olarak kaldıkça, Latinlerin geleceklerinin bağımsız ve özgürlükçü bir çizgide gelişmesi pek de mümkün görünmemektedir. ABD ortak bir kıta üzerinde yer alan Güney Amerika ülkelerinin hepsine, istediği anda operasyon yaparak buradaki devletlerin geleceği ile oynayabilmektedir.

ABD devlet olarak teşkilatlanmasını tamamladıktan sonra cumhurbaşkanı James Monreo döneminde “Amerika Amerikalılarındır “ ilkesi ile hareket ederek, Amerikan kıtasındaki yabancı emperyalistler olan İngiltere, Fransa, İspanya ve Hollanda gibi Avrupa devletlerini dolaylı yollardan kovarak, onların yerini almış ve yeni bir emperyalist güç olarak eski Avrupa sömürgelerini ABD sömürgelerine dönüştürmeye çaba göstermiştir. Aslında her sömürgeci gücün önce kendi etrafını kontrol etmeye yöneldiği gibi, ABD de yeni emperyal güç olarak üzerinde yer aldığı Amerikan kıtasını kendi denetimi altına alabilmenin yollarını aramıştır. Önce Amerikan Devletler Topluluğu gibi bir örgütlenme ile eski Avrupa sömürgelerini kendine bağlamaya çalışmış ama bu yumuşak girişiminden istediği sonucu elde edemeyince, çeşitli olayları ya da siyasal gelişmeleri gerekçe göstererek Güney Amerika ülkelerinin hepsine müdahale edebilmenin arayışı içinde olmuştur. Bugünkü dünyada ABD’nin süper emperyal güç olarak etkin olmasının ilk adımı, ABD’nin kendi kıtasındaki bütün ülkeler üzerinde hegemonya kurmasıdır. Kendisi de eski bir İngiliz sömürgesi olan ABD, Avrupa köklerinden gelen hegemonik siyasal birikim ile hem yeni bir emperyalist güç olarak örgütlenmiş hem de Amerikan kıtasındaki ülkeleri mutlak kontrolü altına alarak ve kıtasal bir güç görünümünde dünya sahnesine çıkarak diğer kıtalar üzerinde de kıtasal yapılanmadan gelen gücünü emperyalist bir doğrultuda kullanmıştır. Avrupa kıtasında birkaç tane emperyal güç birlikte var olurken, ABD kendi kıtasında tek emperyal devlet olarak öne çıkmış ve bu doğrultuda Amerikan kıtasındaki tüm devletler, emperyal ABD’nin her türlü kirli oyununa sahne olan arka ve ön bahçe ülkeleri konumuna zorla sürüklenmişlerdir. Venezuella’nın da diğer Latin ülkeleri gibi arka bahçe konumuna sahip olması dolayısıyla başına gelen emperyal müdahaleleri, ABD son çıkışı ile devam ettirmektedir.

S-2– Bir ülkenin yönetimine 21 yüzyılda hangi amaçla müdahale edilebiliyor?

C-2- Emperyalizm bir siyasal olgu olarak var oldukça, dünyanın bütün ülkeleri emperyal güçlerin her türlü dış müdahalelerine açık bir konumda varlıklarını sürdürebilmektedirler. Her emperyal güç önce kendi etrafındaki bölgeleri kontrolü altına almaya çalışmakta, daha sonra da diğer emperyal devletler ile rekabete kalkışarak dünya kıtaları üzerindeki hegemonya alanlarını genişletebilmenin yollarını aramaktadır. Bu doğrultuda, ABD önce kendi kıtasında etkinliğini artırırken, evrensel alanda geçerli olan hegemonya mücadelesi sürecinde diğer kıtalar üzerinde de hegemonya genişletmesi çabası içine girmektedir. Bu nedenle bugünkü durumda bütün dünya devletleri emperyalizmin oyun alanları olarak Venezuella ile aynı kaderi paylaşmaktadırlar. Venezuella’nın halkın oyları ile seçilmiş meşru yönetiminin hedefe alınması gibi, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bütün dünya devletleri yarın aynı duruma düşürülebilirler. Dün Irak, Suriye ve Libya’ya askeri saldırılar yapıldığı gibi bugün de benzeri bir saldırının ön koşulları Venezuella‘ya yapılan müdahale ile hazırlanmaktadır. Okyanus ötesi güç kendi kıtasından aldığı destek ile diğer kıtalar üzerinde hegemonya saldırılarına kalkışarak bütün dünyayı Sam Amcanın çiftliğine çevirebilmenin arayışı içindedir.

Yirmi birinci yüzyıla girerken, batının karşı kutbu olan Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine, ABD’nin süper güç konumuna gelmesi ile geliştirilen küreselleşme akımı aracılığı ile tek kutuplu bir dünya yaratılarak, ABD’nin Amerikan kıtasının ötesinde bütün dünya kıtaları üzerinde mutlak egemenliği hedeflenmiş ama Amerikan devleti içinde ortaya çıkan Hıristiyan-Yahudi kavgası ile CİA-Pentagon çekişmesi yolu ile devlet içinde karışıklık ortaya çıkması yüzünden, ABD giderek içine dönmek zorunda kaldığı için, dış dünyadaki egemenliğini tam olarak geliştirememiş ve bu durumda da tek kutuplu dünya yerine çok kutuplu bir yeni düzen devreye girmiştir. Bu aşamada Rusya, Çin ile bir araya gelerek aralarına Hindistan ile birlikte Brezilya’yı da içine alan bir batı karşıtı yeni küresel blok girişimi olarak BRİC ittifakını örgütlemiştir. Rusya, Çin ve Hindistan gibi Avrupa kıtasından daha büyük devletlerin birlik olmaları batı emperyalizminin önünü kesmiş, Brezilya gibi bir güney devletinin ABD’nin kontrolü dışına çıkarak Latin Amerika kıtasının temsilcisi olarak dünya sahnesine çıkmasıyla birlikte, ABD’nin güney Amerika üzerindeki ağırlığını ciddi olarak sarsmıştır. Brezilya’nın Amerikan devletleri örgütünün dışına çıkarak yeni bir büyük devlet olarak doğulu süper güçler ile alternatif birlik arayışı içine girmesi, ABD’nin süper güç konumunu sarsıntıya uğratarak yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Brezilya’nın önünü kesemeyen ABD, İngiliz sömürgesi Güney Afrika Cumhuriyetini görünüşte Afrika kıtasının temsilcisi olarak ama aslında batı blokunun casusu olarak BRİC ittifakının içine girmesini sağlamıştır. Güney Afrika aracılığı ile BRİC ittifakını dışarıdan yönlendirmeye kalkışan ABD, batı blokuna karşı ortaya çıkan küresel BRİC ittifakını devre dışı bırakabilmenin arayışı içine girmiştir.

ABD’nin bugün Venezuella’ya yaptığı dış müdahalenin asıl hedefi güney kıtasının patronu konumundaki Brezilya devletidir. Bugün Venezuella’da sendikacı kökenli başkan Maduro öncesinde, Brezilya’nın iki sendikacı cumhurbaşkanını başkan Lula ve yardımcısı olarak sonradan başkanlığa gelen kadın başkanı çamur atma operasyonları ile devre dışı bırakarak, ABD askeri konumundaki yeni yöneticileri Brezilya devletinin başına getirmiştir. ABD’nin küreselleşme sürecinde dışa dönük emperyal güç olması gelişirken, Brezilya’nın başına emekçi kitlelerin temsilcisi olarak iki sendikacının gelmesi, bu ülkenin dışa bağımlı işbirlikçi burjuva sınıfını ABD ile ortak eyleme sürüklemiş ve bu ülkede iktidar sendikacı emek kesimi yöneticilerinin elinden alınarak ABD emperyalizminin emir eri konumundaki politikacılara teslim edilmiştir. Brezilya’yı bir Trump taklitçisi başkana teslim eden ABD, bu durumun getirdiği rahatlık içinde Venezuella’ya müdahale etmeye başlamıştır.

S-3- Batı emperyalizmi, emperyal müdahalelerini nasıl demokrasi gibi göstermektedir?

C-3- Batı dünyasının medeni ve emperyal olarak iki yüzü vardır. Batı uygarlık hikayeleri ile dünya halklarını uyuturken, dışarıdan her türlü emperyal müdahaleyi örgütleyerek hem dünyayı karıştırmakta, hem de bu karışıklık içinde kendi çıkarları doğrultusunda siyasal gelişmeleri yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Devletlerin önünü keserek kendi ülkelerini adam gibi yönetmelerine izin vermemektedirler. Uluslararası örgütler üzerinden yardım ediyorlarmış gibi görünürken, aslında kendi emperyal çıkarları doğrultusunda her türlü dış müdahaleyi gerçekleştirebilmektedirler. Dünya devletlerinin yöneticileri bu gibi durumlara karşı çıktıkları zaman onların yerine hemen kendi adamlarını getirerek etkinliklerini artırarak sürdürebilmektedirler. Çağdaş uygarlığın temsilcisi gibi kendisini gösteren batılılar, sahip oldukları sömürgeci konumlarını koruyabilme doğrultusunda her türlü emperyal senaryoları, satın aldıkları işbirlikçi kadroları ve istihbarat örgütleri aracılığı ile tezgahlayarak dünya uluslarının kaderleri ile oynayabilmektedirler.

Batı karşıtı sosyalist blokun dağılmasından sonra kendi uygar görünüşlerini demokrasi kavramı doğrultusunda açıklayan Avrupa ve Amerika emperyalistleri, demokrasi kavramını yücelterek insanlık dışı emperyal saldırganlıklarını gizleyebilmenin çabası içine girmişlerdir. Gerçek anlamda bir halk yönetimi olması gereken demokrasiyi sermaye egemenliğine dönüştürerek, yeni aşamada demokrasileri kapitokrasi adı altında sermaye egemenliği düzenlerine dönüştürmüşlerdir. Uluslararası alanda tekelci konuma gelen büyük şirketler kendi devletlerini ele geçirdikten sonra diğer dünya devletlerini de kendilerine mutlak anlamda bağlı işbirlikçi burjuva sınıfı temsilcileri ile yeni sömürge düzenine mahkum etmektedirler. Normal koşullarda devletlerin vatandaşı konumundaki halk kitlelerinin kendi ülkelerinin geleceğine egemen olması gerekirken, işbirlikçi burjuvalar aracılığı ile küresel şirketlerin evrensel düzenleri bütün dünya ülkelerinde kurulmaya çalışılmakta ve geçmişten gelen emperyalizm küreselleşme görünümünde süper bir emperyal düzen olarak öne çıkarılmak istenmektedir. Bugünün koşullarında iflas etmiş bir batı bloku artık dünya kıtalarına demokrasi rüzgarlarını götürememekte ama Irak’ta olduğu gibi demokrasiyi taşıma görünümü altında yeni emperyal düzenlerin temelleri atılmaktadır.

Batının sermaye düzeni giderek bir finans kapital düzenine dönüştükçe, kapitalist düzende para miktarı artmakta ve zenginlik giderek bir avuç azınlığın elinde toplanmaktadır. Beşte bir toplumu yaratmak üzere yola çıkan çağdaş kapitalistler, finans kapital düzeninde süper zenginler konumuna gelirken yüzde bir toplumu yaratarak insanlığın büyük çoğunluğunu işsizlik ve açlık düzenine mahkum etmişlerdir. Dünya halklarını böylece karşılarına alan süper zenginler, var olan demokrasi düzenlerini sermaye egemenliği anlamında kapitokrasiye dönüştürerek, yönetimleri ve medya organlarını satın alarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadırlar. Yeni çağda emperyalizm finans kapital merkezli olarak örgütlenirken, son derece hızlı gelişen teknolojinin verilerini de kullanarak yoksul halk kitlelerine karşı kendi egemenlik düzenlerini koruyabilmenin çabası içine girmişlerdir. Demokrasi kavramı üzerinden, insan hakları konusunda hassas olduğunu ileri süren batının emperyalistleri, dünya ülkelerinin yer altı zenginliklerine el koyarken, her türlü saldırı ve işgal girişimini normal görmekte ve insanlık dışı emperyal müdahaleler ile kendi çıkar düzenlerini geleceğe dönük bir biçimde sürdürebilmenin girişimlerini birbiri ardı sıra gündeme getirebilmektedirler. Böylesine bir istismar düzenine karşı çıkan doğunun temsilcileri olarak Rusya, Çin ve Hindistan yanlarına güneyin temsilcisi olarak Brezilya’yı da alarak batı emperyalizmini dengeleyebilmenin arayışı içine BRİC yapılanması ile girmişlerdir. ABD’nin son Venezuella atağı bu kutuplaşmaya batı blokunun tepki göstermesi olarak değerlendirilebilir.

S-4- ABD neden Venezuella’ya karşı çıkıyor ve bu ülkenin iç işlerine müdahale ederek gelecekte dünyayı bir kaos ortamına sürükleyebilecek bir emperyal müdahaleyi zorluyor? Bu ülkeye karşı geliştirilen düşmanlığın arkasında ne gibi nedenler bulunmaktadır?

C-4- Küreselleşme döneminde çeyrek yüzyıl geride kalırken, ABD bir türlü küresel emperyalizmin istediği gibi tek merkezli bir emperyal düzenin merkezi ülkesi konumuna gelememiştir. Sosyalizm bir sistem olarak devre dışı kalınca, bütün devletler yeni dönemde kendi çıkarları doğrultusunda yeni arayışlara girişmişlerdir. Venezuella’da mütavazi bir dünya ülkesi olarak kendi ulusal çıkarlarına öncelik veren bir arayışa girmiştir. Yeni aşamada Putin Rusya devlet başkanı olarak Brezilya ‘ya zaman zaman gelirken, dünyanın bir numaralı petrol zengini olarak Venezuella ile de yakından ilgilenmiştir. Rusya desteği ile Brezilya’da sendikacılar devlet başkanlığına gelirken, Venezuella’da ordu devreye girerek kendi temsilcisi olan Albay Hugo Chavez’i devlet başkanlığı görevine getirmiştir. Batının emperyal devletleri ABD öncülüğünde dünya ülkelerinin doğal zenginliklerine el koyarlarken, Venezuella petrolünü Amerikan petrol tekellerine karşı koruyacak halkçı bir yönetim Chavez’in öncülüğünde gelişmiştir. Chavez göreve gelir gelmez Brezilya’daki Lula rejimi ile yakın işbirliğine girmiş ve iki büyük Latin ülkesi ABD emperyalizminin güney Amerika bölgesini kendi pazarları konumuna düşürmesini önleme doğrultusunda, Alba ya da Mercosur gibi bölgesel ittifaklara yönelmişlerdir. Ayrıca iki güney ülkesi bir araya gelerek ABD-İngiltere ortaklığındaki Kuzey Atlantik ittifakına karşı SATO adı altında güneyin askeri ittifakını oluşturmaya çalışmışlardır. Ayrıca Brezilya ve Venezuella ikilisi sömürge düzeninin bekçileri olan İMF ile Dünya Bankası’na karşı Güney’in Bankası’nı tıpkı Çin’in örgütlediği Asya Bankası gibi kurmuşlardır. İki ülkede işbaşına geçen sendikacıların ve askerlerin öncülüğünde oluşturulan halk iktidarları emperyalizme karşı yeni bir adil düzenin kurulmasına yöneldikleri aşamada, ABD öncülüğünde emperyalistlerin müdahalesi ile karşı karşıya kalmışlardır.

Venezuella dünyada en büyük petrol rezervlerine sahip olan bir ülke olarak her zaman emperyal güçlerin dikkatini çeken bir ülkedir. ABD petrol tekelleri bu ülkenin enerji yataklarına el koyabilmek için, bu gün eski bir otobüs şoförü olarak sendikacılıktan gelen Maduro iktidarının halkçı yönetimine karşı çıkarak, bu ülkeyi işgal edebilmenin ya da yönetimine el koyabilmenin arayışı içine girmektedirler. Venezuella’ya karşı gündeme getirilen dış müdahalenin arkasında doğal olarak bu ülkenin petrol kaynaklarına el koymak var. Bunun yanısıra Venezuella devletinin Brezilya ile işbirliği yaparak ortaya çıkardığı antiemperyalist tavır da müdahaleyi hazırlayan nedenlerden birisi olarak öne çıkmaktadır. Latin dünyasında ABD ve emperyalizm karşıtı bir çizgide hem bölgesel örgütlenmeler ortaya koymak hem de küresel alanda batı emperyalizmine karşı doğu ve güney bölgesi ülkelerini bir araya getirmek gibi anti emperyalist suç işleyen Venezuella’nın kapitalist mantığa göre cezalandırılması gerekiyordu. ABD’nin yeni saldırgan başkanı Trump, bu ülkenin Meclis başkanının devlet başkanı yerine koyarak, emekçi halk güçlerinin temsilcisi olan sendikacı başkan Maduro’yu devre dışı bırakmaya çalışmıştır. Ne var ki, aradan geçen zaman içinde Venezuella devleti ile ordusunun, halk kitleleri ile birlikte meşru seçimler yolu ile işbaşına gelmiş olan halkçı ve ulusalcı başkan Maduro’nun yanında oldukları ve onu sonuna kadar desteklemeye kararlı oldukları görülmüştür. ABD’nin en zengin petrol ülkesine müdahale ederken bazı batılı ülkeleri yanına alması, dünya halklarının tepkilerini dengelemeyi amaçlamış ama bir avuç ülkenin dışında kalan onlarca ülke antiemperyalist çizgide Madura yönetimindeki Venezuella’ya arka çıkmışlardır. Irak ve Suriye gibi ülkelere demokrasi görünümünde terör, saldırı, işgal ve savaş götüren Amerikan emperyalizminin aynı oyunu Venezuella’da oynamak istemesine bütün dünya devletleri karşı çıkmaktadırlar.

S-5- Tam bu aşamada diğer dünya devletleri gibi anti emperyalist bir çizgide Türkiye’nin Maduro yönetimindeki Venezuella’yı desteklemesini nasıl görüyorsunuz?

C-5- Türkiye Cumhuriyeti soğuk savaş döneminde batı ittifakı içinde yer aldığı için, batının emperyalist ülkeleri ile dünya devletleri arasında çatışma ya da savaş gibi olaylar ortaya çıktığı zaman doğal olarak batının yanında yer alıyor ve kendisi emperyalist bir ülke olmamasına rağmen emperyal saldırı ve işgalleri ya haklı görüyor ya da destekleyerek aslında kendi ulusal çıkarlarına aykırı bir yönde hareket ediyordu. Batı destekli işbirlikçi yönetimlerin Türkiye yönetiminde etkili olması nedeniyle ortaya çıkan bu çarpıklık yüzünden, Türkiye her zaman uluslararası politik alanda her zaman kaybeden bir ülke konumundan bir türlü kurtulamıyordu. Batının emperyalist devletleri Asya ve Afrika ülkelerini hegemonya alanı olarak görürlerken, benzeri bir yaklaşımı Türkiye için de benimsiyorlar ve bu doğrultuda Türkiye jeopolitik olarak dünyanın merkezi ülkesi olmasına rağmen kenar ya da kıyı ülkeleri gibi ikinci sınıf bir konuma sürükleniyordu. Batının desteklediği merkez sağ iktidarlar Türkiye’yi batının dümen suyunda tutarlarken, Avrupa Birliğine alınmayan Türkiye bir Asya ülkesi konumuyla her zaman kaybeden bir ülke durumuna sürüklenmekten kurtulamıyordu. Avrupacı, Amerikancı ya da İsrailci yönetimler Türkiye’yi her zaman için batı üçgeni içinde tutarak diğer dünya devletleri ile Türkiye’nin yakınlaşmasına izin vermiyorlardı. Bu nedenle de Türkiye bir türlü kendi çıkarlarına destek sağlayacak bir bölgesel ya da evrensel devletler birliği oluşumlarına bağımsız bir statüde katılamıyordu.

Zamanında Cezayir bağımsızlık savaşını görmezden gelen ve emperyal Fransız devletinin yanında yer alan Türk devleti bu tür hatalara batılı büyük devletlerin baskıları ile sürüklendiği için Büyük Atatürk’ün her fırsatta dile getirdiği mazlum uluslarla yakınlaşma ve dayanışma içine girme şansından Türkiye her zaman için yoksun kalıyordu. Bu yüzden de Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kuruluşlarda Türkiye hep masada haklarını kaybetmekten bir türlü kurtulamıyordu. Şimdi gelinen yeni dönemde batı bloku dağılırken, Avrupa ile ABD, İngiltere ile İsrail çekişmeler içine sürüklenirken, Nato ittifakının önemini kaybettiği bunun yerine bir Avrupa Ordusunun ABD emperyalizmine karşı kurulma aşamasına gelindiği görülmektedir. Avrupa ülkeleri üzerinde hegemonyasını kaybetme aşamasına gelen ABD ise, yeni dönemde Orta Doğu petrollerini kimseye kaptırmamak üzere Arap devletleri ile birlikte, Orta Doğu stratejik işbirliği adı altında bir Arap Nato’su oluşturmaya çalıştığı yeni dönemde, Türkiye daha bağımsız hareket etme şansını elde ettiği için bu durumdan yararlanarak ABD emperyalizminin Venezuella’ya müdahalesine karşı çıkarak bu ülke halkının meşru temsilcisi olarak devletin başına geçmiş olan Maduro yönetimine destek çıkmıştır. Türk dışişleri bakanlığının Türkiye Cumhuriyetinin Venezuella halkının yanında olduğunu resmen açıklamasıyla, Türkiye ilk kez uluslararası alanda emperyalizme karşı dünya halklarının yanında yer almıştır. Daha önceki dönemlerde zaman zaman bir araya gelen iki devlet başkanı arasında başlayan yakınlaşma ortamı, emperyalist dış müdahalelere karşı iki ülkenin ortak bir dayanışma içine girmesine yardımcı olmuştur. Küresel emperyalizm döneminde batılı büyük ülkelerin baskısı giderek artarken, dünya halklarının kendi devletleri aracılığı ile her türlü dayanışmaya girerek, özgürlük ve bağımsızlıkları ile birlikte sahip oldukları hakları da yitirmemek için uluslararası bir dayanışma içinde olmaları gerekmektedir. Bu nedenle emperyalizme karşı ilk bağımsızlık savaşı verilerek kurulan devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti, kendisi gibi emperyalizmin saldırısına uğrayan dünya ülkelerinin yanında yer alarak zor günlerinde onlarla birlikte olmak durumundadır. Güneşin doğudan doğduğu gibi doğunun mazlum uluslarının dünya sahnesinde öne çıkarak ortamı aydınlatmaları ile insanlığın emperyalizm belasından kurtulma süreci hızlanacak ve daha adil ve eşitlikçi bir yapılanma yeni dünya düzeni içinde gerçekleşme şansı bulacaktır.

S-6- Söyleşinizin başlığında yer alan, “Tanrıya çok uzak , ABD’ye çok yakın “ nitelemesi ile neyi anlatmaya çalışıyorsunuz ?

C-6- Bu günümüzün kahramanı konumundaki Venezuella’nın içinde bulunduğu durumu açıkça ifade etmek için kullanılan bir değerlendirmedir. Beş yüz yıllık emperyalist dönemde bir çok haksızlığa uğrayan ve kuzeydeki süper güç olarak ABD emperyalizmi ile sürekli olarak uğraşmak zorunda kalan Latin ülkelerinin içinde bulundukları durumu, en açık bir biçimde açıklayan bir değerlendirme olarak da görülebilir. On beşinci yüzyıl sonrasında Avrupa kıtasından gelen göç dalgaları ile insanların yaşamaya başladığı Güney Amerika kıtası beş asırlık bir sömürgecilik uygulamasının hegemonya alanı olarak her zaman dünya gündeminde önde gelen bir yere sahip olmuştur. Önce İspanyolların geldiği bu kıtada nüfus zamanla artmış, Portekizlilerin öncülüğünde kıtanın orta bölgesi işgal edilerek Brezilya devletinin tarih sahnesine çıkması sağlanmıştır. İspanya’dan kovulan Yahudiler Portekiz aracılığı ile Brezilya devletini kurarlarken, İspanyolların bütün kıtaya egemen olmasını önlemişler ve bugünkü Venezuella topraklarında kurdukları Caracas kentini merkez yaparak bütün Güney Amerika’nın Simon Bolivar’ın önderliğinde bağımsızlığa kavuşmalarını sağlamışlardır. Adına Bolivya ismi ile bir devlet kurulan Simon Bolivar, bugünkü Venezuella’nın başkenti olan Caracas’a yerleşerek Latin Amerika’nın bağımsızlığını İspanyol ve Amerikan emperyalizmlerine karşı savaşarak elde etmiştir. Tıpkı Türkiye gibi batı emperyalizmine karşı savaşarak bağımsızlıklarını elde eden Latin ülkelerinin, tarih sahnesine çıkış noktası olan antiemperyalist çizgideki varoluş mücadelesinin bugün de bu ülke halklarının kazanılmış haklarının korunması doğrultusunda, hem politikada hem de diplomasi alanında geçerli olmasında, dünya barışı açısından yarar vardır.

Uzun süren savaşlar sonucunda İspanyol emperyalizminin işgalinden kurtulmuş olan Latin ülkelerinin daha sonraki dönemde ABD emperyalizminin kucağına düşmüş olması, Latin halklarını uzun süreli faşist yönetimlere mahkum kılmıştır. ABD Güneydeki ülkelerin bağımsız hareket etmelerini önlemek üzere her türlü komplo ve siyasal oyunun peşinde olmuş, Küba adasında bir ara ortaya çıkartılan Komünist rejimi bahane ederek ve kullanarak Latin ülkelerinde tırmandırdığı terör aracılığı ile Avrupa tipi parlamenter demokrasiden bu ülkeleri uzaklaştırarak, güney ülkelerini planlı bir biçimde iç karışıklıklara sürüklemiş ve sonunda bütün Latin ülkeleri soğuk savaş yıllarında yarım yüzyıllık faşist yönetimlere mahkum kılınmıştır. Başkan babaların sonbaharı hiçbir zaman bitmemiş ve ABD destekli generallerin cuntaları işbaşına gelmiş ve Latin halkları faşist babaların otoriter yönetimlerinden bir türlü kurtulamamışlardır. Askeri rejimlerin getirdiği kolay müdahale ortamlarında her zaman emperyalist güçlerin istekleri olmuş, halkın serbest seçimlerle işbaşına getirdiği sol ve sosyalist rejimler askeri darbeler aracılığı ile ortadan kaldırılarak, binlerce insanın katledildiği ya da uçaklar ile okyanus sularına atıldığı diktatörlük rejimleri Latin dünyasını çağdaş uygarlığın ışığından uzaklaştırmıştır. CİA destekli terör ve iç karışıklık senaryoları bütün ülkelerde gündeme getirilerek, bunların gerekçe olarak kullanıldığı darbe ortamları yaratılmıştır.

Bugün gelinen yeni noktada Venezuella bir kez daha dış müdahaleler aracılığı ile yeni bir darbe senaryosuna alet edilmeye çalışılmaktadır. Bu durumu bütün demokratik ülkeler ve halklar görerek anti emperyalist çizgide bu ülkenin yanında yer alırsa, ABD’nin çok yakında olmasından kaynaklanan riskler giderilebilir ve o zaman tanrının çok uzak olması ile ifade edilen haksız girişimler önlenerek, bir dünya ülkesi olarak Venezuella’nın yeni bir emperyal saldırıya hedef olması önlenebilir. Dünya halklarının dayanışması ile ve Latin ülkelerinin işbirliği ile ABD saldırganlığının önüne geçilebilirse, işte o zaman haksızlıkları önleyecek olan Tanrının pek de uzakta olmadığı görülebilecektir.

Yazarın Son Makaleleri (LİNK'LERİ TIK'LA VE OKU)

TANRIYA ÇOK UZAK AMA ABD’YE ÇOK YAKIN - 5 Şubat 2019
CUMHURİYETÇİ DEMOKRATLAR BİRLİĞİ - 17 Ocak 2019
MERKEZİ YERELLEŞME (KÜ-YEREL DEĞİL ME–YEREL) - 11 Ocak 2019
TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLELEBET PAYİDAR KALACAKTIR - 22 Kasım 2018
ATATÜRK’ÜN DEVLET MODELİ - 12 Kasım 2018
TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLELEBET PAYİDAR KALACAKTIR - 5 Eylül 2018
KÜRESELLEŞME BİTTİ, BÖLGESELLEŞME BAŞLADI - 15 Haziran 2018
21’İNCİ YÜZYILDA ULUSAL EGEMENLİK - 31 Mayıs 2018
ORTA DOĞU BARIŞ KONFERANSI - 20 Mayıs 2018
ÇİN VE İPEK YOLU-2 - 12 Nisan 2018
ÇİN VE İPEK YOLU-1 - 11 Nisan 2018
AVRASYA’DA PAN-SİYONİZM_2 - 8 Nisan 2018
AVRASYA’DA PAN-SİYONİZM_1 - 7 Nisan 2018
TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASININ TEMEL NORMU - 2 Nisan 2018
TÜRKİYE VE ARAP DEVLETLERİ_2 - 23 Mart 2018
TÜRKİYE VE ARAP DEVLETLERİ_1 - 22 Mart 2018
AMERİKA’NIN SÜPER GÜÇ STRATEJİSİ_2 - 15 Mart 2018
AMERİKA’NIN SÜPER GÜÇ STRATEJİSİ_1 - 14 Mart 2018
TÜRKİYE’NİN BÖLGESEL GÜVENLİĞİ - 27 Şubat 2018
MİLLÎ OLAN YERLİ DEĞİLDİR - 9 Şubat 2018

TAKVİM GAZETESİ "Prof. Dr. Anıl Çeçen" Mesele Erdoğan değil Türkiye - Röportaj / Söyleşi: Ali Değermenci

Mesele Erdoğan değil 

Prof. Dr. , arkadaşımız Ali Değermenci’nin sorularını yanıtladı. Prof. Çeçen:  e giderken finans piyasalarına müdahale edilerek Türk Lirası'nın değer kaybetmesi planlanıyor. Amaç Erdoğan'ın iktidardan düşürülmesi. Ama asıl mesele Türkiye'nin diz çöktürülmesi

Mesele Erdoğan değil Türkiye
Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Anıl Çeçen,  üzerine oynana oyunlara dikkat çekti. Batı,  merkezli ciddi çatışma planları oluşturdu. Bir çok ülkenin bölünmesi yeni devletlerin ortaya çıkması öngörülüyor. Bölgede kilit taşı konumunda olan Türkiye'nin düşmesi halinde, batının planlarının önünde ciddi bir engel kalamayacak. Yazdığı kitaplar ve makaleleri ile emperyalizm konusunda ciddi bilgiler veren Prof. Çeçen ile emperyalizmin yeni hedeflerini konuştuk.

ABD seçimlere müdahale eder mi?
Emperyalistlerin sömürgecilik döneminden gelen bir müdahalecilik geleneği vardı. İngiltere, Avusturalya'da Maoriler'i ortadan kaldırmaya çalıştı, Fransızlar Cezair'de katliam yaptı, Amerika Endenozya'da bir gecede 100 civarında insanı, Irak'ta bir milyon kişiyi katletti. Libya'ya girdiler Kaddafi'yi katlettiler. Suçu, petrol paralarını Müslümanlar'a ve fakir Afrika ülkelerine vermesi, petrol şirketlerine vermemesidir. Saddam ise Ortadoğu'da emperyalizme karşı direniyordu O'nu da yok ettiler.



Bu gün neler oluyor?
Partisi dahi olmayan Macron'u, Rotschildler Cumhurbaşkanı yaptılar. Arkadan parti kurdurdular. Fransız milleti emperyalizmin kuklası oldu. Bunu yaparlarken Fransız sol ve ulusalcıları dağıttılar. Günümüz emperyalizmi devlet olmaktan çıkmıştır, küresel sermayenin yapılanmasıdır. Bugün en gelişmiş Fransa'da bile emperyalizme müdahale yapabiliyor.

Türkiye'ye müdahale nasıl oluyor?
Türkiye'ye müdahale Osmanlı'dan beri vardır. 1699 Karlofça Antlaşması'ndan sonra Batı emperyalizmi, bu coğrafyaya girmiştir. Osmanlı daha çok Balkan bölgesinden gelen kişileri seçip devşirip devleti yönetiyordu. Bugün yurt dışında yetişen kadrolar Türkiye'yi yönetiyor. Buralarda yetişmiş çok kaliteli insanlar olsa da kafa yapısı ve cep yapısından Batı'ya bağlı insanlar bugüne kadar yönetti ülkeyi.

Finansal olarak bunu nasıl yapıyorlar?
Banka oyunları ile krizler yada sorunlar çıkarıyorlar. Ekonominin piyasa üzerinden batının çıkarları doğrultusunda yönlendirilmesi için ayarlama yapılıyor. Bu operasyonlarda hem batının teknik adamları, hem de batı ile işbirliği içerisinde olan kafadan batıya bağlı olan Türkiye'deki devşirme kadrolar devreye sokulmuş durumda. Bütün bunların işbirliği ile ekonomide manüplasyon yapıyorlar. Bugün serbest piyasa diye bir şey kalmamıştır. Elektronik istihbarat ile her şey uzaktan kumanda ile yapılmaktadır.

Doların son günlerde yükselmesinin nedeni nedir?
Bu krizde özellikli batıdan gelen devşirme kadroların devreye girdiğini görüyoruz. lere giderken Türk kamuoyunu paniğe sevk ederek seçimleri tehlikeli bir noktaya sürüklemek istiyorlar. Özellikle seçim süreçlerinde batı mutlaka devreye girmektedir. Bir taraftan dolar yükselirken batılı medyada Türkiye batıyor diye propaganda batmaktadır. Ekonomi üzerinden bir siyasi kriz yaratılmak istenmektedir. Türkiye'yi devre dışı bmaya çalışmaktadırlar.


Amaçları nedir?

BATI İKTİDARI DEĞİŞTİRMEK İSTİYOR
Merkel BND'den yetişti, Putin KGB'den , Obama CIA'dan yetiştirilmiştir. Kendi içlerinde istihbarat örgütlerinden yetiştirdikleri devletin militanı konumuna getirdikleri adamları, emperyal ülkeler devletin başına geçiriyorlar. Türkiye de böyle bir süreçle karşı karşıya. İşte bundan dolayı bugünkü iktidar bir yapı değişikliğine gidiyor. Kendini yeniden yapılandırmaya başladı. Karşımızda bir Rus ve Alman emperyalizmi yeniden yükseliyor. Fransa'da çok büyük boşluk oldu küresel sermaye devreye girdi. Rotschildler Macron'u iktidara getirdi. Bugün Türkiye'de de bir durum yaratmak istiyorlar. Normal seçimlerle iktidara gelen bir partinin, istikrarı sağlayan bugünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın önü kesilmek isteniyor.

Batı Türkiye'de nasıl bir iktidar istiyor?
Batının sözünü dinleyecek birini getirmek istiyorlar. Türkiye'nin çıkarlarını bir kenara bırakacak batının çıkarları doğrultusunda merkezi coğrafyayı yönetecek birini istiyorlar. Türk ve İslam dünyasını Türkiye üzerinden yönetecek birini istiyorlar. Türkiye İslam ve Türk dünyasının birliğini savunan batının politikalarının dışında bir politika istemiyorlar. Türkiye bölgeye giriş kapısıdır. FETÖ - CIA işbirliği ile yönetimi devirmek istediler, fakat başarılı olamadılar.

Sorun Cumhurbaşkanı Erdoğan mı?
Bugün mesele Tayyip Erdoğan değil Türkiye meselesidir. Sorun Türkiye'dir. Türkiye'nin böyle bir devlet olarak ayakta kalmasını emperyal güçler istemiyorlar.  ile Avrupalılar'ın anlaştığı tek nokta Türkiye'nin bugünkü yapısını istemiyor olmalarıdır. Bu doğrultuda alt kimlikleri hortlatıyorlar. Türkiye'yi Sevr Haritası doğrultusunda federasyona zorluyorlar. Türkiye'nin  merkezli bir devlet olmasından çıkmasını istiyorlar.  üzerinden ekonomi ile Türkiye'yi yönlendirmek istiyorlar. Daha sonra da Kürdistan üzerinden Türkiye'yi parçalamak istiyorlar

Kıbrıs işgal ediliyor
Türkiye ile beraber 'ın işgali gündeme geliyor. Güney Kıbrıs'a Ortadoks olduğu için  girdi. Rusya bugün bütün dünya ticaretini Güney Kıbrıs üzerinden yapmaktadır. Rus bankaları ve 50 bin Rus işadamı Güney tarafında. Kuzey Kıbrıs İsrail'in kontrolüne geçmiştir. Kuzey kısmında 20 üniversite var. Yarısı Avrupa diğer kısmı ABD'li. İsrail Kıbrıs'ı karşı kıyı olarak örgütlüyor. Doğu Akdeniz'deki doğalgazı Türkiye'yi bay-pass ederek Rumlar ile birlikte Girit'e oradan da Mora yarım adasına taşıyarak Avrupa'ya ulaştırmak istiyorlar.

​NATO ANKARA'YA
Batı, dünya hakimiyeti için 'yu bölgeye getirecektir. Türkiye'yi daha fazla karıştırıp arkadan da NATO'yu Ankara'ya getirmek istiyorlar. Haymana ile Kırıkkale arasındaki araziye yerleştirilecektir. NATO Türkiye'ye girerse, Ankara'dan , Irak ve  savaşlarını yöneteceklerdir. Rusya'nın önünü kesmek için Hazar ve Kafkasya, Almanya'nın önünü kesmek için de Balkanlar'a NATO orduları girecektir.

Türkiye ne yapacak?
Küresel güçlerin hepsi, Türkiye'nin Türkiye olarak kalmasını istemiyor. Bu tehlike karşısında Türkiye, hem bölgesel bir yapılanmaya girebilir hem de  üzerinden Rusya, Çin, Hindistan ve İran gibi Doğu ülkeleri ile veya batının dışladığı Brezilya gibi ülkelerle yakınlık kurarak dünya dengelerinde çoklu bir denge oluşturabilir. Türkiye böyle bir süreçten kendini ve bölgeyi ancak bu şekilde kurtarabilir. Nasıl Avrupa Birliği iki büyük dünya savaşından sonra kurulmuşsa, eski Osmanlı ülkeleri bir araya gelerek bir Bölge Birliği'ne yönelebilirler. Atatürk bunu İkinci Dünya Savaşı öncesi Sadabat Paktı ile ortaya koymuştu. Atatürk'ün yaptığı gibi dış politikayı yeniden ayarlamamız gerekir. Bölge ülkeleri ile bir dayanışma planlamamız kaçınılmaz hale gelir.



SİYONİST İMPARATORLUĞU

ABD-SİYONİZM İLİŞKİSİ NASIL BAŞLADI?
Kennedy'nin öldürülmesi başlangıç tarihidir. Kennedy katolikti, Siyonizme ve İsrail'in Atom bombası santraline, FED'in Siyonist kadro tarafından yönlendirilmesine karşı çıkarak devletin kontrolüne almak istedi. Devletin içinden bir kadro tarafından öldürüldü. Kennedy öldürülünce İsrail bu coğrafyada öne çıktı. Amerika'da Katolik lobisi siyasetin dışına bırakıldı. Kennedy ölünce yerine kardeşi geldi onu da sokak ortasında öldürdüler. Amerika'da politika Siyonist ve Evanjelistler'in elinde kaldı. Yahudiler ellerindeki ekonomik
gücü kullanarak Amerika'yı yönetiyorlar.  merkezli Siyonist İmparatorluk kurmayı planlıyorlar. Elçilik açılınca arkasından  yıkılacak ve din savaşı çıkacaktır. 2000 yıl önce İsrailliler'i Filistin'den kovan Roma İmparatorluğu'ndan intikam almaya çalışıyorlar.

​Ortadoğu'da ne yapmak istiyorlar?
Irak 3'e Suriye, Suudi Arabistan'ı ve İran'ı 5'e bölecekler. Türkiye'yi coğrafi bölgelere bölmek istiyorlar. Osmanlı hinterlandını etnik kimlik, cemaat ve mezhep kavgaları üzerinden bölüp Kudüs'e bağlanması gibi bir planları var. Bölge ülkelerini parçalayıp 25-30 eyalet oluşturacaklar. Amerikan planı, Ortadoğu Birleşik Devletleri'dir.

Mescid-i Aksa'yı yakacaklar
İsrail, Mescid-i Aksa'nın yıkılmasına hazırlanıyor. Bir sabah kalkınca bakacaksınız ki Mescid-i Aksa çökmüş olacak. İsrail, çıkacak olan kargaşadan yararlanarak Lübnan'ı ve Gazze'yi işgal edecek. Ürdün'deki Araplar'ı güneye, Çerkezler'i Kafkasya'ya gönderecekler, Filistin'i Ürdün'e kaydıracaklar. Ürdün ve Lübnan, İsrail'in güvenliği için tampon devletlerdi. Artık ihtiyaç kalmadı. Lübnan'daki Hristiyanlar'ı da Suriye'ye gönderecekler. Suriye ve Türkiye'yi de terörle bölme planları var. Ordu ile bölemedikleri ülkeleri terör ile bölmek istiyorlar.


3. DÜNYA SAVAŞI ÇIKAR
Türkiye ile ABD'nin ilişkisini İsrail mi bozdu?
ABD ile hem NATO'da birlikteyiz hem de müttefikiz. Ama bizi yok etmek için elinden geleni yapmakta. Güneydoğu'da Kuzey Irak ve Kuzey Suriye'de Türkiye'yi parçalayacak girişimler içindeler. Bakın İran, Rusya bölgeye geldi. Çin bölgeye yerleşiyor.  ve Almanya da bölgede olduğuna göre, buradan 3. Dünya Savaşı çıkar. Ya da bunu engellemek için Yeni Bir Dünya Düzeni kurulur. Ya da Doğu- Batı dengeleri oluşur. Aksi durum savaştır.

ABD - İngiliz ilişkisi nasıl olacak?
Bugün dünyayı yöneten akıl hala İngiliz aklıdır. Amerika- İngiltere ayrışması yaşanmaktadır. Rusya ile Almanya'nın yakınlaşacağını ve Kuzey Birliği meydana getirileceği kanaatindeyim. İngiltere, Brexit ile AB yükünü sırtından atarak Amerika'ya karşı harekete geçmiştir. Dünyanın geleceği için Çin ile Kuşak Yol Projesi hayata geçecektir. Bu proje İsrail'i paniklemiştir. Bu proje ile Türkiye ve İran önem kazanmaya başlamıştır. İsrail, Türk - İran savaşı çıkarmak istedi. Sayın Erdoğan'ın girişimleri ile bu engellendi. İsrail şimdi ekonomik krizler çıkararak yoluna devam etmek isteyecektir. Hem de kendilerinin finanse ettiği terör örgütleri ile bölgeyi savaş alanına dönüştürmek isteyeceklerdir.

Batının ileriye dönük Ortadoğu planlarında neler var?
Ortadoğu'nun geleceğinde üç merkez vardır. Kudüs, İstanbul ve Bağdat'tır. ABD, Mezopotamya'yı Araplar'a, hele Şii İran'a asla bırakmayacaktır. Amerika dünyayı merkezden yönetmek için BM'yi Bağdat'a taşımak istiyor. İsrail'e kalırsa Kudüs dünyanın merkezi olacaktır. BM'yi Kudüs'e getirmek istiyor. İngiltere'de bunların önünü kesmek için İstanbul'u Finans Merkezi yapmak istiyor. Türkiye'nin ayakta kalabilmesi için Ankara'nın merkez olarak kalması gerekir. Türkiye bu planlara karşı Azerbaycan ve İran ile yakın işbirliği içinde bulunması gerekiyor.

ALİ DEĞERMENCİ

4 Şubat 2019 Pazartesi

Prof. Dr. Anıl Çeçen: Emperyalizmi BRIC bitirecek... NASIL OLUYOR / ALİ DEĞERMENCİ (04 Şubat 2019-TAKVİM GAZETESİ)

Prof. Dr. : Emperyalizmi BRIC bitirecek

Amerika bunu her zaman yapıyor. Beğenmediği, istemediği yönetimleri önce dışlıyor, sonra terörize edip darbeler planlayıp yönetimleri kendine yakın olanları iktidara getiriyor. Sonra da bütün doğal kaynaklarını sömürüyor. Bunu birçok ülkede yaptı. Son olarak ’ta ve Libya’da askeri müdahale ile yönetimleri devirdi sonra bütün kaynaklarını sömürdü. Şimdi kendi kıtasında, ’ya yapmakta. Darbe yapıp kendine sadık bir yönetim getirmek istiyor.  emperyalizmini Prof. Dr.  ile konuştuk.

Prof. Dr. Anıl Çeçen: Emperyalizmi BRIC bitirecek
ABD'nin Venezuela'ya karşı başlattığı düşmanca müdahaleyi nasıl yorumluyorsunuz? Neden böyle bir saldırıya kalkışmakta?
Bugünkü dünyada 'nin süper emperyal güç olarak etkin olmasının ilk adımı, kendi kıtasındaki bütün ülkeler üzerinde hegemonya kurmasıdır. Amerikan kıtasındaki ülkeleri mutlak kontrolü altına alarak ve kıtasal bir güç görünümünde dünya sahnesine çıkarak diğer kıtalar üzerinde de kıtasal yapılanmadan gelen gücünü emperyalist bir doğrultuda kullanmıştır. Bu doğrultuda Amerika kıtasındaki tüm devletler, emperyal ABD'nin her türlü kirli oyununa sahne olan arka ve ön bahçe ülkeleri konumuna sürüklenmişlerdir. 'nın da diğer Latin ülkeleri gibi arka bahçe konumuna sahip olması dolayısıyla başına gelen emperyal müdahaleleri, ABD son çıkışı ile devam ettirmektedir.
ABD'nin planında nerede sorun çıktı?
Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla, ABD süper güç konumuna geldi. Fakat ABD'de Hıristiyan-Yahudi kavgası, CIA-Pentagon çekişmesi yolu ile devlet ide karışıklık ortaya çıktı. ABD giderek içine dönmek zorunda kaldığı için, dış dünyadaki egemenliğini tam olarak başaramadı. Bu aşamada , Çin ve Hindistan ile birlikte 'yı da içine alan bir Batı karşıtı yeni küresel blok girişimi oluştu. BRİC İttifakı, Rusya, Çin, Brezilya ve Hindistan gibi Avrupa kıtasından daha büyük devletlerin birlik olmaları Batı emperyalizminin önünü kesti. Brezilya gibi bir güney devletinin ABD'nin kontrolü dışına çıkması anlamına gelmektedir. Bu da ABD'nin  üzerindeki ağırlığını ciddi olarak sarsmıştır.
ABD, Batı dışı güç oluşumuna karşı ne yaptı?
Brezilya'nın önünü kesemeyen ABD-İngiliz sömürgesi,  Cumhuriyeti'ni görünüşte Afrika kıtasının temsilcisi olarak ama aslında Batı blokunun casusu olarak BRİC ittifakının içine girmesini sağladı. Güney Afrika aracılığı ile BRİC ittifakını dışarıdan yönlendirmeye kalkışan ABD, Batı blokuna karşı ortaya çıkan küresel BRİC ittifakını devre dışı babilmenin arayışı içine girdi.
ABD'DEN BAĞIMSIZ HAREKET ETME SUÇU
Venezuela bu kavganın neresinde? 

ABD'nin bugün Venezuela'ya yaptığı dış müdahalenin asıl hedefi güney kıtasının patronu konumundaki Brezilya'dır. Bugün Venezuela'da sendikacı kökenli Başkan Maduro öncesinde, Brezilya'yı krizden çıkaran sendikacı Cumhurbaşkanı Lula da Silva'ydı. Arkasından sendikacı  geldi ama çamur atma operasyonları ile devre dışı bırakıldı. ABD, askeri konumundaki yeni yöneticileri Brezilya devletinin başına getirildi. Brezilya'yı bir Trump taklitçisi başkana teslim eden ABD, bu durumun getirdiği rahatlık içinde Venezuela'ya müdahale etmeye başlamıştır.
BÜTÜN ÜLKELER TEHDİT ALTINDADIR
Amerikan emperyalizminin hedefinde başka ülkeler var mı?
Bugün bütün devletleri emperyalizmin oyun alanları olarak Venezuela ile aynı kaderi paylaşmaktadırlar. Venezuela'nın halkın oyları ile seçilmiş meşru yönetiminin hedefe alınması gibi, 'nin de içinde bulunduğu bütün dünya devletleri yarın aynı duruma düşürülebilirler. Dün Irak, Suriye ve Libya'ya askeri saldırılar yapıldığı gibi bugün de benzeri bir saldırının ön koşulları Venezuela'ya yapılan müdahale ile hazırlanmaktadır. Okyanus ötesi güç kendi kıtasından aldığı destek ile diğer kıtalar üzerinde hegemonya saldırılarına kalkışarak bütün dünyayı 'Sam Amcanın Çiftliği'ne çevirebilmenin arayışı içindedir.

BATI'NIN KARANLIK YÜZÜ
Batı bir taraftan demokrasi diyor, diğer taraftan emperyalist planları nasıl güdüyor?
Batı dünyasının medeni ve emperyal olarak iki yüzü vardır. Batı uygarlık hikayeleri ile dünya halklarını uyuturken, dışarıdan her türlü emperyal müdahaleyi örgütleyerek hem dünyayı karıştırmakta, hem de bu karışıklık içinde kendi çıkarları doğrultusunda siyasal gelişmeleri yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Uluslararası örgütler üzerinden yardım ediyorlarmış gibi görünürken, aslında kendi emperyal çıkarları doğrultusunda her türlü dış müdahaleyi gerçekleştirebilmektedirler. Dünya devletlerinin yöneticileri bu gibi durumlara karşı çıktıkları zaman onların yerine hemen kendi adamlarını getirerek etkinliklerini artırarak sürdürebilmektedirler. Çağdaş uygarlığın temsilcisi gibi kendisini gösteren Batılılar, sahip oldukları sömürgeci konumlarını koruyabilme doğrultusunda her türlü emperyal senaryoları, satın aldıkları işbirlikçi kadroları ve istihbarat örgütleri aracılığı ile tezgahlayarak dünya uluslarının kaderleri ile oynayabilmektedirler.
Demokrasi bunun neresinde?
Avrupa ve Amerika emperyalistleri, demokrasi kavramını yücelterek insanlık dışı emperyal saldırganlıklarını gizlemektedir. Gerçek anlamda bir halk yönetimi olması gereken demokrasiyi sermaye egemenliğine dönüştürerek, yeni aşamada demokrasileri kapitokrasi adı altında sermaye egemenliği düzenlerine dönüştürmüşlerdir. Uluslararası alanda tekelci konuma gelen büyük şirketler kendi devletlerini ele geçirdikten sonra diğer dünya devletlerini de kendilerine mutlak anlamda bağlı işbirlikçi burjuva sınıfı temsilcileri ile yeni sömürge düzenine mahkum etmektedirler. Bugünün koşullarında iflas etmiş bir batı bloku artık dünya kıtalarına demokrasi rüzgarlarını götürememekte ama Irak'ta olduğu gibi demokrasiyi taşıma görünümü altında yeni emperyal düzenlerin temelleri atılmaktadır.
KAPİTOKRASİ
Bugün emperyalizm nasıl sürüyor?
Finans kapital düzeninde süper zenginler konumuna gelirken yüzde birlik toplumu yaratarak insanlığın büyük çoğunluğunu işsizlik ve açlık düzenine mahkum etmişlerdir. Dünya halklarını karşılarına alan süper zenginler, var olan demokrasi düzenlerini sermaye egemenliği anlamında kapitokrasiye dönüştürerek, yönetimleri ve medya organlarını satın alarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadırlar. Yeniçağda emperyalizm finans kapital merkezli olarak örgütlenirken, son derece hızlı gelişen teknolojinin verilerini de kullanarak yoksul halk kitlelerine karşı kendi egemenlik düzenlerini koruyabilmenin çabası içine girmişlerdir.
Bu düzene dur denilemiyor mu?
Demokrasi kavramı üzerinden, insan hakları konusunda hassas olduğunu ileri süren Batının emperyalistleri, dünya ülkelerinin yer altı zenginliklerine el koyarken, her türlü saldırı ve işgal girişimini normal görmekte ve insanlık dışı emperyal müdahaleler ile kendi çıkar düzenlerini sürdürmekteler. Böylesine bir istismar düzenine karşı çıkan doğunun temsilcileri olarak Rusya, Çin ve Hindistan yanlarına güneyin temsilcisi olarak Brezilya'yı da alarak Batı emperyalizmini dengeleyebilmenin arayışı içine BRİC yapılanmasına girdiler. ABD'nin son Venezuela atağı bu kutuplaşmaya Batı blokunun tepki göstermesi olarak değerlendirilebilir.
ABD'NİN GÖZÜ VENEZUELA'DAKİ PETROLLERDE
ABD neden Maduro'yu devirmek istiyor?
Venezuela'da mütevazi bir dünya ülkesi olarak kendi ulusal çıkarlarına öncelik veren bir arayışa girmiştir. Albay Hugo Chavez'in devlet başkanlığı görevine gelişi ile Venezuela ünü millileştirdi. Brezilya'daki Lula rejimi ile yakın işbirliğine girdi. SATO adı altında güneyin askeri ittifakını oluşturmaya çalıştılar. Ayrıca Brezilya ve Venezuela ikilisi sömürge düzeninin bekçileri olan İMF ile Dünya Bankası'na karşı 'Güney Bankası'nı kurdular. Venezuela, dünyada en büyük petrol rezervlerine sahip bir ülke. ABD petrol tekelleri, bu ülkenin enerji yataklarına el koyabilmek için, bugün eski bir otobüs şoförü olarak sendikacılıktan gelen Maduro iktidarının halkçı yönetimine karşı çıkarak, bu ülkeyi işgal edebilmenin arayışı içine girmektedirler. Venezuela'ya karşı gündeme getirilen dış müdahalenin arkasında doğal olarak bu ülkenin petrol kaynaklarına el koymak vardır.
Türkiye, bu bloklar içinde nerede yer almakta?
Türkiye Cumhuriyeti, Soğuk Savaş Dönemi'nde Batı İttifakı içinde yer aldığı için Batı'nın emperyalist ülkeleri emperyalist bir ülke olmamasına rağmen emperyal saldırı ve işgalleri ya haklı görüyor ya da destekliyordu. Aslında kendi ulusal çıkarlarına aykırı bir yönde hareket ediyordu. Batı destekli işbirlikçi yönetimlerin Türkiye yönetiminde etkili olması nedeniyle ortaya çıkan bu çarpıklık yüzünden, Türkiye her zaman uluslararası politik alanda hep kaybeden bir ülke oldu. Batı'nın emperyalist devletleri, Asya ve Afrika ülkelerini hegemonya alanı olarak görürlerken, benzeri bir yaklaşımı Türkiye için de benimsiyorlar. Bu doğrultuda Türkiye, jeopolitik olarak dünyanın merkezi ülkesi olmasına rağmen kenar ya da kıyı ülkeleri gibi ikinci sınıf bir konuma sürükleniyordu.
Sorun bugüne kadarki yöneticilerde mi?
Avrupacı, Amerikancı ya da İsrailci yönetimler Türkiye'yi her zaman için Batı üçgeni içinde tutarak diğer dünya devletleri ile Türkiye'nin yakınlaşmasına izin vermiyorlardı. Bu nedenle de Türkiye, bir türlü kendi çıkarlarına destek sağlayacak bir bölgesel ya da evrensel devletler birliği oluşumlarına bağımsız bir statüde katılamıyordu. Zamanında Cezayir bağımsızlık savaşında Türkiye, emperyal Fransız devletinin yanında yer aldı. Büyük Atatürk'ün her fırsatta dile getirdiği mazlum uluslarla yakınlaşma ve dayanışma içine girme şansından Türkiye her zaman için yoksun kalıyordu. Bu yüzden de Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kuruluşlarda Türkiye masada haklarını kaybetmekten bir türlü kurtulamıyordu.
Bugün Türkiye hangi konumda?
Şimdi gelinen yeni dönemde batı bloku dağılırken, Avrupa ile ABD, İngiltere ile İsrail çekişmeler içine sürüklenirken,  ittifakının önemini kaybettiği, Avrupa Ordusu'nun ABD emperyalizmine karşı kurulma aşamasına gelindiği görülmektedir. Avrupa ülkeleri üzerinde hegemonyasını kaybetme aşamasına gelen ABD ise yeni dönemde Orta Doğu petrollerini kimseye kaptırmamak üzere Arap devletleri ile birlikte, Orta Doğu stratejik işbirliği adı altında bir Arap NATO'su oluşturmaya çalışmaktadır.

TÜRKİYE EMPERYALİZME KARŞI İLK KEZ DÜNYA HAKLARI İLE BİRLİKTE
Türkiye'nin Maduro'ya çok açık destek çıkması ne anlama geliyor?
Türk Dışişleri Bakanlığı'nın, 'Türkiye Cumhuriyeti'nin Venezuela halkının yanında olduğunu' resmen açıklamasıyla, Türkiye ilk kez uluslararası alanda emperyalizme karşı dünya halklarının yanında yer almıştır. Daha önceki dönemlerde zaman zaman bir araya gelen iki devlet başkanı arasında başlayan yakınlaşma ortamı, emperyalist dış müdahalelere karşı iki ülkenin ortak bir dayanışma içine girmesine yardımcı olmuştur.
Emperyalizme karşı ilk bağımsızlık savaşı verilerek kurulan Türkiye Cumhuriyeti, kendisi gibi emperyalizmin saldırısına uğrayan dünya ülkelerinin yanında yer alarak zor günlerinde onlarla birlikte olmak durumundadır.
"FAŞİST YÖNETİM VE ASKERİ DARBE"
ABD, Latin Amerika'ya nasıl darbeler yaptı?
ABD, güneydeki ülkelerin bağımsız hareket etmelerini önlemek üzere her türlü komplo ve siyasal oyunun peşinde olmuştur.
ABD destekli generallerin cuntaları işbaşına gelmiş ve Latin halkları faşist babaların otoriter yönetimlerinden bir türlü kurtulamamışlardır. Askeri rejimlerin getirdiği kolay müdahale ortamlarında her zaman emperyalist güçlerin istekleri olmuş, halkın serbest seçimlerle işbaşına getirdiği sol ve sosyalist rejimler askeri darbeler aracılığı ile ortadan kaldırılarak, binlerce insanın katledildiği ya da uçaklar ile okyanus sularına atıldığı diktatörlük rejimleri Latin dünyasını çağdaş uygarlığın ışığından uzaklaştırmıştır. CIA destekli terör ve iç karışıklık senaryoları bütün ülkelerde gündeme getirilerek, bunların gerekçe olarak kullanıldığı darbe ortamları yaratılmıştır.
Venezuela, bu girdaptan nasıl kurtulur?
Bugün gelinen yeni noktada Venezuela, bir kez daha dış müdahaleler aracılığı ile yeni bir darbe senaryosuna alet edilmeye çalışılmaktadır. Bu durumu bütün demokratik ülkeler ve halklar görerek antiemperyalist çizgide bu ülkenin yanında yer alırsa, ABD'nin çok yakında olmasından kaynaklanan riskler giderilebilir.
NASIL OLUYOR / ALİ DEĞERMENCİ

18 Ocak 2019 Cuma

CUMHURİYETÇİ DEMOKRATLAR BİRLİĞİ [ANKA ENSTİTÜSÜ: Home / Eğitim, Birey ve Toplum Farkındalığı / Küresel/Bölgesel Nüfuz Mücadeleleri / Makale / Medeniyet Tarihi] Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN, CUMHURİYETÇİ DEMOKRATLAR BİRLİĞİ

CUMHURİYETÇİ DEMOKRATLAR BİRLİĞİ 
YAZAR: Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
ANKARA: 17 Ocak 2019
KATEGORİ:  Home, Eğitim, Birey ve Toplum Farkındalığı, Küresel, Bölgesel Nüfuz Mücadeleleri, Makale, Medeniyet Tarihi

Türkiye Cumhuriyeti, Birinci dünya savaşı sonrasında siyaset sahnesine çıkmış olan ulus devletlerin önde gelen temsilcilerinden birisidir. Dünya tarihi imparatorluklardan ulus devletlere geçiş doğrultusunda sürüp giderken, büyük imparatorluk alanları dağınıklık göstermiş ve bu durum nedeniyle eski devlet sınırları zamanla değişmiştir. İlk çağlardan orta çağlara geçiş süreci içinde insanlık, derebeylikten krallıklara, daha sonrasında da imparatorluklardan ulus devletlere doğru gelişen bir değişim süreci yaşamıştır. Bugünkü dünya düzeni böylesine bir geçmişin ve gelişmelerin ortaya çıkarmış olduğu bir yapılanmadır. Günümüzün dünya haritası son iki bin yıllık gelişmeler doğrultusunda oluşurken, bugünün ulusal temele dayanan cumhuriyet devletleri tarihsel süreç içindeki siyasal gelişmelerin doğal bir sonucu olarak gerçeklik dünyasında yerlerini almışlardır.
MODERN DÜNYANIN ÇAĞDAŞ CUMHURİYETLERİ...
Modern dünyanın çağdaş cumhuriyetleri, Fransız devrimi sonucunda cumhuriyet rejimine geçiş ile birlikte kurulurken, Avrupa ülkelerindeki krallıklar zaman içerisinde cumhuriyet devletlerine dönüşmüştür. Fransız aydınlarının örgütü olan Jakobenler Birliği, kralı tahtından indirirken sadece cumhuriyet rejimine geçişi ilan etmekle kalmamış, aynı zamanda Fransız ulusunun da temellerini atmıştır. Uzunca bir süre din kavgalarına sahne olan Fransa’da; özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerine dayanılarak yapılan büyük siyasal devrimde bütün Fransızlar din ve etnik kökenleri geride bırakarak ve cumhuriyet devletinin çatısı altında Fransız ulusunun evlatları olarak bir araya gelmişlerdir. Kral Frank’ın ortaya çıkardığı Frank Krallığı daha sonraki aşamada Fransız Cumhuriyetine dönüşürken, çağdaş cumhuriyetlerin tarih sahnesine çıkışına giden yol açılmıştır. Fransa’dan sonra sırasıyla bütün Avrupa ülkeleri ulusal gelişmeler doğrultusunda cumhuriyetlere dönüşürken, İngiltere sahip olduğu geniş sömürge alanlarından yararlanarak imparatorluğunu korumasını bilmiştir. Atlantik okyanusunun tam ortasında yer alan bu ada ülkesinde uzun süre cumhuriyetçiler ile kralcılar arasında siyasal çekişmeler yaşanmış ve sonunda imparatorluğa bağlı sömürgelere dayanan krallık taraftarları bu mücadeleyi kazanarak ve Britanya İmparatorluğunu Birleşik Krallık adı altında sürdürerek, Avrupa kıtasının cumhuriyet devletlerinin dışında kalmıştır. İngiltere’de kralcıların yendiği cumhuriyetçiler daha sonraları gemilerle Amerika’ya gitmişler ve çok istedikleri cumhuriyet düzenini ilk oluşturdukları on eyaleti bir araya getirerek kurmuşlardır.

İngiltere’deki çekişmeler Fransız devrimine giden yolu açarken, Fransa’da gerçekleşen devrim cumhuriyet devletlerinin yapılanmasını sağlayan devlet modelini de ortaya koymuştur. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkeleri doğrultusunda yola çıkış ile başlayan devrim daha sonraki oluşumlar ile önce cumhuriyetin ilanını gündeme getirmiş, daha sonra da acil sorun olan din ve devlet işlerinin ayrılması doğrultusunda laiklik düzenini kurmuştur. Devlet işlerinde din farkının kaldırılması ile halkın temsilcileri arasından devletin yeni yöneticileri seçilmeye başlanmıştır. Fransız devrimi çok kanlı aşamalardan geçerek ulus devleti ve cumhuriyet rejimine doğru dönüşümler gösterirken, halkta biriken sosyal ve kültürel oluşumlar aynı zamanda kral Frank’ın çocuklarının Fransız milletine dönüşümünü de beraberinde getirmiştir. Kral yerine cumhur başkanın ülkeyi yönetmesi, genel seçimler uygulamasını ortaya çıkarmış ve belirli dönemlerde sandığa giden Fransız halkı kendi içinden yöneticilerini seçerek uluslaşma yolunda emin adımlar ile ilerlemiştir.

İngiltere’de yaşanan siyasal çekişmeler ile birlikte Avrupa kıtasında otuz yıl süren din ve mezhep savaşları Westfalya barışına giden yolu açmıştır. Bu antlaşma çerçevesinde kıtanın her bölgesinde görülen din ve mezhep savaşlarına son verilmiş ayrıca dağınık Germen nüfusunun toparlanarak bir Alman ulus devleti oluşturmasının yolu açılmıştır. Westfalia barışının din ve mezhep savaşlarına son vermesi sayesinde Fransız halkı ve diğer Avrupa halkları zaman içerisinde uluslaşma sürecini tamamlamışlardır. 1648 tarihli Westfalia antlaşmasından sonra 1789 yılına kadar geçen iki asırlık dönem, Avrupa kıtasındaki devletlerin çatısı altında yaşayan halk topluluklarını zamanla uluslaştırmıştır. Böylece Avrupa devletleri bir yandan cumhuriyet rejimine doğru dönüşürken, aynı zamanda halkların uluslaşması sürecini de birlikte yaşayarak üç asırlık bir dönem içinde çağdaş ulus devletler haline dönüşmüşlerdir. Ulus devletler oluşumu ile cumhuriyet rejimlerinin zaman içinde devletlerin yeni siyasal modeli biçimine dönüşmesi, aynı dönemin özellikleri olarak birbirlerini tamamlayan siyasal gelişmeler olarak, Avrupa kıtasının modern çağlar boyunca yeniden yapılanmasında önde gelen belirleyici etkenler olmuşlardır. Yirminci yüzyılın ileri ve gelişmiş ulus devletleri tarih sahnesinde boy gösterirken, cumhuriyet devletleri ile uluslaşan toplumlar birlikte öne çıkmışlar ve Avrupa tipi devlet ve yaşam modelinin uzun süreli temsilcileri olmuşlardır. Cumhuriyetçi ulus devletler Avrupa devlet modeli olarak yeni dönemi belirlemiştir.

Yirminci yüzyıla doğru dünya giderken, Avrupa ülkeleri hem sömürge imparatorluklarını yürütmüşler hem de zaman içinde gündeme gelen siyasal ve sosyal birikimlerin etkisiyle uluslaşma süreçlerini tamamlayarak, çağımızın modern ulus devletleri olarak dünya haritasındaki yerlerini almışlardır. Birinci dünya savaşına giden yolda ulus devletler birbirleriyle çok büyük çekişmelere yönelirken, var olan büyük imparatorlukların parçalanmasıyla yeni ulus devletler dünya sahnesine çıkarak devlet sayısının artmasına katkıda bulunmuşlardır. Yirminci yüzyıla girerken yirmi devlet haritada varken, çıkarken iki yüz civarında devlet, Birleşmiş Milletler üyesi olarak dünya sahnesindeki yerlerini almışlardır. Birinci dünya savaşı sonrasındaki oluşumların tarih sahnesine çıkardığı yeni devletler yollarına devam ederek geleceğe dönük bir biçimde kurumlaşma çabası içine girerlerken, İkinci dünya savaşı sonrasında estirilen özgürlük rüzgarları doğrultusunda sömürgelerin uluslaşması ve giderek bağımsız devletlere dönüşmesi birbiri ardı sıra gündeme gelince, devletlerin sayısı iki yüze yaklaşmıştır. Böylesine köklü dönüşümler birbiri ardı sıra yaşanırken devletlerin hem sayıları artmış hem de siyasal yapılanmaları, Fransız devrimi sonrasında Avrupa kıtasında yaşanan gelişmelere paralel yeni oluşumların ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur. Yirminci yüzyıl bir anlamda batı tipi devlet modelinin evrensellik kazanarak eski sömürgelerin devletleşmesi yolu ile bütün dünya kıtaları üzerinde yaygınlaşmasına sağlamıştır. İmparatorlukların parçalanması üzerine ortaya çıkan küçük devletlerin halkları uzun süre birlikte yaşamaktan gelen ortak tarih, kültür ve yaşam biçimleri doğrultusunda uluslaşarak eski sömürge devletlerinin çağdaş cumhuriyetlere ve ulus devletlere doğru yönelmesine yardımcı olmuşlardır. Bu nedenle günümüzün cumhuriyet devletleri ile ulusal toplumların birbirine bağlılığı siyasal anlamda önemli bir gösterge olmuşlardır.

Batı tipi devlet denilince akla hemen Avrupa devlet modeli gelmekte ve ulusal toplumlar ile cumhuriyet devletleri arasındaki kopmaz bağlılık ortak tarihsel sürecin yarattığı bir yaşam biçimi düzeni olarak öne çıkmaktadır. Laiklik düzeninin sağlamış olduğu yeni düzen çerçevesinde din ve mezhep farklılıkları geride bırakılırken, uluslaşma eğilimleri güç kazanarak öne geçmiş ve belirli devletlerin çatısı altında yaşayan halk topluluklarının zamanla uluslaşması, toplumsal bir gerçeklik olarak tamamlanmıştır. Halkların uluslaşması ile birlikte devletlerin de cumhuriyetleşmesi ortak bir gelişme zemininde yeni boyutlar kazanırken, cumhuriyetlerin demokratik yaşam biçimleri ile tamamlanması sorunu öne çıkmıştır. Sözlük anlamı ile halk yönetimi olarak tanımlanan cumhuriyet rejimlerinin demokratik yaşam düzenleri ile birliktelik kazanması, yönetimin tümüyle halk kitlelerine bırakılmasına yol açmıştır. Roma İmparatorluğu döneminden gelen cumhuriyet kavramı, İngiltere’deki çekişmeli siyasal sürecin içinden doğan demokrasi kavramı ile bütünleşirken, aslında her ikisi de halk yönetimi anlamına gelen iki kavramın birlikteliği olgusu ile karşı karşıya kalınmaktadır. Cumhuriyet kavramı Latincedeki halkın malı anlamındaki Res Publica sözcüğünden gelirken, demokrasi kavramı da eski Yunanca da var olan halkın gücü anlamındaki Demos Cratos kavramından ileri gelmektedir. İki kavramın ayrı köklerden gelmesine rağmen daha sonraki uygulama aşamalarında bir araya gelerek sürekli birliktelik kazanması, gerçek anlamda bir halk yönetimi arayışının sonucu olmuştur. Cumhur sözcüğü Türkçeye Arapça’dan gelirken, Demokrasi kavramı önce eski Yunan ve daha sonra da İngiltere kökenli siyasal düşünceler sayesinde öne çıkmıştır. Avrupa’nın son üç yüz yılında birlikte kullanılan bu kavramlar, ortaya demokratik cumhuriyet yapılanması biçiminde bir yeni sentez çıkarmışlardır. Batıdaki devletlerde, cumhuriyet rejimleri ile demokratik yaşam biçim bütünleşerek modern siyasal düzenleri ortaya çıkarmışlardır.

Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde halk tabanının okumuşluğu ve bilimin aydınlığına sahip olması ortaçağdan kalan dini yönetimleri ve krallıkları devre dışı bırakırken, giderek demokrasi ile bütünleşmiş olan bir cumhuriyet devleti modelinin güçlenerek ana siyasal rejim haline gelmesini sağlamıştır. Avrupa’nın kuzey bölgesinde yer alan küçük devletlerdeki küçük krallıkların ötesinde, bütün Avrupa kıtası demokratik cumhuriyet rejimleri çatısı altında bütünleşirken, Avrupa kıtasının yanı başında yer alan üç büyük imparatorluğun dağılması üzerine Avrupa tipi ulus devletler kıtanın doğu bölgesinde de kurulmaya başlanmıştır. Avusturya ve Macaristan İmparatorluğunun çöküşü sonrasında imparatorluklardan ulus devletlere geçiş süreci öne çıkmıştır. Bu aşamadan sonra, içine girilen Balkanizasyon süreci Osmanlı İmparatorluğunu ortadan kaldırırken yerine çağdaş bir Avrupa devleti modeli olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Atatürk Balkanlar’da yetişen bir Türk önder olarak Avrupa kıtasının siyasal birikimini iyi biliyordu. Fransız devriminin yenileştirdiği bu kıtanın devlet modelini, kıtanın yanı başında kurduğu yeni Türk devletine de taşımak istiyordu. Bu doğrultuda, bir ulusal kurtuluş savaşı aracılığı ile Türk ulusuna yeni bir devlet kazandırılırken aynı zamanda Fransız devriminden gelen cumhuriyet rejimi, laik düzen ve ulus devlet üçlüsü birlikte benimsenerek dünya siyaset sahnesine modern bir cumhuriyet devleti çıkartılmıştır. İnsanlık tarihinin beşiği olan Avrupa kıtasındaki yenileşme, Türk devrimi ile dünyanın merkezi coğrafyasına taşınmış ve Avrupa kıtasının yanı başında bir Avrupa tipi cumhuriyet ulus devleti Atatürk’ün önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti adı altında kurulmuştur. Avrupa kıtasının dışında oluşturulan ulusal cumhuriyet devleti, bütün dünya kıtalarındaki ulus devletlere örnek ve öncü olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında özgürlüğüne kavuşan Türkler kurdukları cumhuriyet devleti ile çağdaş dünyanın içinde yerlerini almışlardır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında bütün ulusal güç cumhuriyet rejiminin güçlendirilmesine dönük olarak kullanıldığı için, hemen demokrasiye geçilememiş ve tek parti yönetimi olarak adlandırılan o dönemde cumhuriyet devriminin atılımları birer birer gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Kurucu önder Atatürk çok istemesine ve ikinci partinin kurularak rejimin demokratikleşmesi için çaba göstermesine rağmen, iç ve dış cumhuriyet rejimi düşmanlarının girişimleri ile iki kez kurulan ikinci parti denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ayrıca, Birinci Dünya savaşı sonrasında ikinci bir dünya savaşının gerçekleşmesi üzerine savaş hali devam ettiği için olağanüstü hal yönetimi savaş yılları boyunca yürütülmeye çalışılmış ve bu aşamada çok partili rejime geçilememiştir. Rejimin demokratikleştirilmesi doğrultusunda yapılan iki girişim sonuç vermeyince, İkinci Dünya savaşının sona ermesi beklenmiş ve savaşı demokrasi cephesinin kazanması üzerine, Türkiye’de de ikinci bir siyasal partinin kurulmasıyla demokratik rejime geçilmiştir. Türkiye Demokrat Partinin kurulmasıyla ve iktidara gelmesiyle demokrasiye geçmiştir. Böylece cumhuriyet devletinin demokrasi ile geliştirilmesi ve halkın tam anlamıyla yönetime katılabilmesi doğrultusunda Kemalist Cumhuriyet kendini yenilemesini bilmiştir. Devleti kuran Atatürk’ün partisi cumhuriyeti inşa ederek saltanata karşı cumhuriyetçi bir devrimi gerçekleştirmesinden çeyrek asır sonra, halk kitlelerinin desteği ile iktidara gelen Demokrat Parti halkın temsilcilerini yönetime getirerek ülkede demokratik bir devrim yapmıştır. Böylece, Tek partiden çok partili rejime geçen Türkiye Cumhuriyeti kendi modeli içinde cumhuriyet ile birlikte demokrasi yapılanmasını birlikte gerçekleştirebilmiştir. Dünyanın en büyük ülkesi olan Amerika Birleşik devletlerinde olduğu gibi cumhuriyetçi ve demokrat iki büyük parti yapılanması sayesinde, Türkiye batı tipi çağdaş bir demokratik rejime sahip olabilmiştir.

İki dünya savaşı sonrası dönemde doğu bölgesinde bir sosyalist blokun oluşturulması üzerine Türk devleti batı dünyasına doğru bir kayma göstererek, ve batı tipi devlet modelini yeni dönemde de koruyarak sürdürmeye çaba göstermiştir. Bu nedenle, Türkiye’nin yanı başındaki sosyalist blokun etkisi altına girmemek üzere Türkiye, güvenliğine önem vermiş ve bu doğrultuda batı blokunun güvenlik örgütlenmesi içinde yer alarak tarafsız konumunu geride bırakmıştır. Batı güvenlik sisteminin savaşa yönelik yapılanması bütün batı devletleri içinde derin devlet yapılanmalarını gündeme getirdiği için Türkiye Cumhuriyeti yirminci yüzyılın ikinci yarısında her on yılda bir askeri darbe ve müdahaleler ile karşı karşıya kalmıştır. İkinci dünya savaşı sonrasında içine girilmiş olan demokratik ortam bu yüzden her on yılda bir kesilme göstermiş ve bu durumda cumhuriyetçiler ile demokratlar Türkiye ortamında bir karşıtlık çizgisi çıkmazına düşmüşlerdir. Her on yılda bir batı blokunun çıkarları doğrultusunda askeri müdahalelerin gündeme getirilmesi, Türkiye’de yeni oluşmaya başlayan demokrat tabanı sarsmış ve cumhuriyete sahip çıkma doğrultusundaki askeri müdahalelere karşı doğal bir tepki zaman içerisinde toplumda yaygınlaşmaya başlamıştır. Anti sovyetik bir tutum ile batı emperyalizminin taşeronu konumuna sürüklenmek istenen Türkiye’de zamanla bu çıkmaza karşı önemli gelişmeler gündeme gelmiştir. Askeri dönemler sonrasında yeniden demokrasiye dönüldüğünde cumhuriyetçiler ile birlikte demokratların ayrı ayrı partiler halinde örgütlendiği görülmüştür. Bu doğrultuda cumhuriyetçiler Kemalist devlete sahip çıkarlarken, demokratlar ise askeri dönemlerin yaratmış olduğu baskı dönemlerine karşı hak ve özgürlüklerden yana bir arayış içinde olmuşlardır. Bu aşamada, cumhuriyetçiler devletçi noktaya sürüklenirken, demokratlar toplumun içinden gelen hak ve özgürlük arayışının temsilcileri olarak ayrı ayrı hareket ederek normal demokratik rejiminin kuralları içinde siyaset yapıyorlardı.

Yeni bir yüzyılın başlarında soğuk savaş ve küreselleşme dönemleri geride kalırken siyasal alana yeni bir dönem gelmektedir. Eski dönemde dünya siyasetinin ana çelişkisi kapitalizm ve sosyalizm karşıtlığı olarak ilan edilmişti. Sosyalist sistemin dağılmasından sonra eski dönemin galibi kapitalist sistem olmuştu. Şimdi gelinen aşamada ise ana çelişkinin kapitalist sistemin temsilcisi küresel şirketler ile ulus devletler olarak ortaya çıktığı görülmektedir. Küreselleşme görünümü altında küresel tekelci şirketler, ekonomiyi devletlerin elinden alarak ve piyasa üzerinden yöneterek ulus devletleri tasfiye etme aşamasına gelmişlerdir. Alt kimlikleri hortlatarak, insanların etnik kimliklerini kışkırtarak, yeni ve uydurma tarikatlar kurarak ve cemaatler ile milletleri paramparça ederek, hem ulus devletlerin hem de cumhuriyet rejimlerinin ortadan kaldırılmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu aşamada bütün ulus devletlerin bölünerek ya da parçalanarak ortadan kaldırılması ile birlikte, yeni oluşturulacak eyaletler üzerinden bölgesel federasyonlara doğru ulus devletler zorlanmaktadır. Küresel sermayenin dünya egemenliği hedefi doğrultusunda ulus devletler üzerinden ulusal toplumlar parçalanırken, halkın genel seçimler aracılığı ile katılım sağladığı cumhuriyet rejimlerinin ise alt kimlikli eyaletler yaratılarak ve bunlara dayalı olarak oluşturulacak yeni yerel yönetimler üzerinden merkezi devlet modellerinin de ortadan kaldırılmak istendiği artık kesinlik kazanmıştır. Çok uluslu küresel tekeller üzerinden uluslara, ulus devletlere, merkezi yönetimlere ve cumhuriyet rejimlerine yönelik yıkıcı ve parçalayıcı saldırı bütün dünyada devlet sayısını iki yüzden iki bine doğru çıkartmayı hedeflemekte, daha sonraki aşamada ise, iki bin eyaletin on büyük kıtasal federasyonun denetimi altına alınmasıyla küresel finans kapitalin bütün dünyada evrensel denetimi istenmekte ve on büyük federasyonun daha sonra büyük sermayenin kontrolü altında bir dünya konfederasyonunu oluşturması ana amaç olarak ortaya konulmaktadır. Gelinen yeni aşamada var olan devlet ve ulus yapılarını ortadan kaldırmak isteyen finans kapitalin süper emperyalizmine karşı, bütün dünya halkları ve devletleri varlıklarını koruyabilmek için bir araya gelerek karşı çıkmak ve ortak bir siyasal mücadeleye girişmek zorundadırlar. Böylesine büyük bir mücadeleye giden yolda emperyalizmin tehdit ettiği değerlerin ve kazanılmış hakların korunabilmesi için öncelikle demokratik cumhuriyet rejimlerinin iki yakasını temsil eden demokratlar ile cumhuriyetçilerin ortak bir çatı altında bir araya gelmeleri gerekmektedir. Gelinen yeni aşamada ortaya çıkan dev küresel yapılanmaya karşı cumhuriyetçiler ile demokratların birlikteliğinde dünya halkları ve devletlerini yeni bir var olma mücadelesi beklemektedir. Zamanın ruhu artık cumhuriyetçiler ile demokratları karşıt çizgide siyaset yapmaktan uzaklaştırarak birlikte var olma doğrultusunda ulusal cumhuriyet devletlerinin korunması çizgisinde bir antiemperyalist mücadeleye doğru getirmiştir.

Küresel gizli devlet yapılanmalarının öncülüğünde var olan devletler ve rejimler yıkılırken, halklar parçalanırken, uluslar ortadan kaldırılırken, dışa bağlı ve sermayenin güdümünde diktatörlükleri destekleyen emperyalizme karşı siyasal alanda yer alan bütün kesimlerin bir araya gelerek ortak hareket etmesi bugünün koşullarında zorunluluk arz etmektedir. Bütün ülkelerin cumhuriyetçileri ile demokratlarının bir araya gelerek emperyalizmin güdümündeki askeri rejimlere ve merkezi diktatörlüklere izin vermemesi bu doğrultuda zorunlu olmaktadır. Bütün cumhuriyet devletleri böylesine olumsuz bir gelişmeye karşı gereken önlemleri almalı ve kendi güçlerinin yetmediği durumlarda komşu devletler ile bir araya gelerek, bölgesel güvenlik örgütlenmeleri çatısı altında, hem kendisini hem de bölgesini güvence altına almaya öncelik vermelidir. Cumhuriyet devletlerinin yanı sıra uluslar ve ulusal toplumlar da evrensel alanda dayanışma içine girerek, tekelci şirketlerin küresel saldırılarına karşı topluca harekete geçerek ve bu doğrultuda bir ulusal enternasyonel oluşumunu bir an önce gerçekleştirerek küresel emperyalizme karşı bir alternatif insiyatifi dünya sahnesine çıkarmalıdırlar. Küreselcilerin plan ve programlarına karşı çıkanlar, ortak dayanışma cephelerinin kendi planlarını hem devletler hem de halklar ya da uluslar dayanışmasıyla gündeme getirmeleri, insanlığın geleceği açısından son derece önem taşımaktadır. Bugünün kuşakları yaşanmakta olan böylesine büyük bir değişimin ortaya çıkardığı çıkmazlara karşı, tarihsel misyonlarını yerine getirerek, insanlığın şimdiye kadar kazanmış olduğu bütün değerleri bir uygarlık savunması doğrultusunda korumasını bilmelidirler.

İçinde bulunulan tarihsel dönüşüm aşamasında herkesin var olan değerleri korumak ve ekonomi üzerinden yürütülen saldırılara karşı önlem almak doğrultusunda toplumsal sorumlulukları vardır. Bu sorumluluklar doğrultusunda herkes kendi payına düşen görevleri yerine getirirse, ekonomiyi silah olarak kullanan finanskapital emperyalizmine karşı insanlık daha insancıl bir çizgide alternatif küreselleşme programını gündeme getirebilir. Her ülkenin siyasal alanında merkezi oluşumlar bu açıdan önem taşımaktadır. Yıkıcı saldırılara karşı merkezin etrafında soldaki ve sağdaki bütün akımların bir araya gelerek dış güçlere karşı ulusal bir direniş hareketine yönelmesi kazanılmış hakların korunması açısından acil bir durumdur. Devleti savunan cumhuriyetçiler ile toplumu temsil eden demokratların böylesine bir merkezi yapılanmayı gerçekleştirmek üzere bir araya gelmeleri anti emperyalist bir çizgide yeni bir oluşumun başlangıcı olacaktır. Bu nedenle şimdiye kadar solda politika yapan cumhuriyetçiler ile sağda politika yapan demokratların milli merkezde bir araya gelerek, her türlü dağılma ve çözülmeye karşı çıkacak cumhuriyetçi demokrat bir hareketin başlatılması bugün için zorunlu görünmektedir. Devletçi cumhuriyetçiler ile halkçı ya da ulusçu demokratların bir araya gelmesinden oluşacak olan yeni bir sinerjik atılım, bütün toplumların ve de devletlerin yeni dönem işbirliği ve dayanışma girişimlerinin başlangıcı olacaktır. Cumhuriyetin devamı için devletlerin ayakta kalması, demokrasilerin sürekliliği için de ulusal toplumların varlığının korunması gerekmektedir. Bu nedenle, cumhuriyetçiler ve demokratların temsilcilerinin bir araya gelerek ortak bir durum tespiti raporu üzerinde anlaşmaları ilk adım olacaktır. Sonraki aşamada ise, iki kesimin temsilcilerinin birlikte hazırlayacakları bir cumhuriyetçi demokrat program ile yola devam edilirken, toplumun her kesiminde hareketin temsilcilerinin bulunmasına ve dış temsilcilikler aracılığı ile mazlum ulusların bu aşamada evrensel bir dayanışmaya sahip olmaları sağlanmalıdır. Toplumların her kesiminden olduğu kadar kamusal alanda görev yapan kuruluşların içinden gelen temsilcilerin de, bütün toplumun cumhuriyetçi demokrat bir program çerçevesinde bir araya gelmesi oluşumuna katkıda bulunmaları haksızlıkların önlenmesi açısından yararlı olacaktır. Cumhuriyetçi demokrat hareket emperyal saldırılara karşı ulus devletlerin, halkların ve ulusların karşı çıkışı olarak daha adil bir dünyanın yaratılmasına katkı sağlayacaktır.

İnsanlık bugün zamanın ruhu kavramının yeniden geçerlilik kazandığı bir döneme doğru yol almaktadır. Daha çok büyük değişim dönemleri sırasında ortaya çıkan bu kavram süper emperyalizmin dünyayı alt üst etmeye çalıştığı bugünkü yeni aşamada tekrar önem kazanarak, gelecek için üzerinde düşünülmesi gereken bir durum olduğunu herkese göstermektedir. Bu aşamada her şeyin değiştiği, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı dünyayı bilinmez bir geleceğin beklediği gibi kafa karıştırıcı söylemler, emperyal merkezler tarafından ortaya atılarak ve dünya devletleri ve halkları hem karamsarlığa hem de umutsuzluğa doğru kışkırtılarak, insanlığın küresel emperyalizmin çıkarcı isteklerine boyun eğmesi istenmektedir. Böylesine aşırı ve haksız bir isteme doğal olarak dünya ulusları kendilerini koruyabilmek üzere karşı çıkacak ve direneceklerdir. Böylesine bir antiemperyalist dalganın gelmekte olduğunu gören küresel şirketlerin merkezleri, bankacılık alanında çeşitli manevralar çevirerek, para sistemi ile oynayarak, teknolojik alandaki yenilikleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak, enerji ve maden yataklarına el koyarak her yerde terör ve sıcak çatışmaları kışkırtarak, bütün insanlığı bir büyük yok oluşa doğru kıyamet senaryoları çizgisinde sürüklemektedirler. Sonunda dünyanın yok oluşuna kadar gidebilecek bu gibi olumsuz gelişmelerin bugünün dünyasında insanlığı, dünya devletlerini ve halklarını teslim almasının bir kader olmadığı, aksine tamamen emperyalizmin yeni bir aşaması olarak dünya uluslarına dayatıldığı açıklığa kavuşmuştur. Para gücü ile ekonomiyi satın alanlar, medyayı kullananlar ve siyaseti finanse edenler kendi seçtikleri adamları devletlerin başına getirerek kıyamet senaryolarını devreye sokmaya çalışmaktadırlar. Zamanın ruhunu kendi çıkarları doğrultusunda görmek isteyen emperyalistlerin eskisi gibi bütün dünyayı bir avuç işbirlikçi ile yönetemeyecekleri artık kesinlik kazanırken, insanlık ve dünya halkları adına bir büyük koalisyonun emperyalizme karşı halkçı bir dayanışma aracılığı ile öne çıkması gerekmektedir. İşte cumhuriyetçiler ile demokratların bir araya gelmesi bunun ilk adımı olmalıdır. Cumhuriyetçi demokrat hareket merkezde bu işbirliğinin çıkış noktası olacaktır.

Yazarın Son Makaleleri

CUMHURİYETÇİ DEMOKRATLAR BİRLİĞİ - 17 Ocak 2019
MERKEZİ YERELLEŞME (KÜ-YEREL DEĞİL ME–YEREL) - 11 Ocak 2019
TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLELEBET PAYİDAR KALACAKTIR - 22 Kasım 2018
ATATÜRK’ÜN DEVLET MODELİ - 12 Kasım 2018
TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLELEBET PAYİDAR KALACAKTIR - 5 Eylül 2018
KÜRESELLEŞME BİTTİ, BÖLGESELLEŞME BAŞLADI - 15 Haziran 2018
21’İNCİ YÜZYILDA ULUSAL EGEMENLİK - 31 Mayıs 2018
ORTA DOĞU BARIŞ KONFERANSI - 20 Mayıs 2018
ÇİN VE İPEK YOLU-2 - 12 Nisan 2018
ÇİN VE İPEK YOLU-1 - 11 Nisan 2018
AVRASYA’DA PAN-SİYONİZM_2 - 8 Nisan 2018
AVRASYA’DA PAN-SİYONİZM_1 - 7 Nisan 2018
TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASININ TEMEL NORMU - 2 Nisan 2018
TÜRKİYE VE ARAP DEVLETLERİ_2 - 23 Mart 2018
TÜRKİYE VE ARAP DEVLETLERİ_1 - 22 Mart 2018
AMERİKA’NIN SÜPER GÜÇ STRATEJİSİ_2 - 15 Mart 2018
AMERİKA’NIN SÜPER GÜÇ STRATEJİSİ_1 - 14 Mart 2018
TÜRKİYE’NİN BÖLGESEL GÜVENLİĞİ - 27 Şubat 2018
MİLLÎ OLAN YERLİ DEĞİLDİR - 9 Şubat 2018
ROMA İMPARATORLUĞU’NDAN KUDÜS İMPARATORLUĞU’NA - 1 Şubat 2018

26 Kasım 2018 Pazartesi

ÖZEL BÜRO ARAŞTIRMA DOSYASI PROF. DR. ANIL ÇEÇEN: TÜRKİYE VE ARAP DEVLETLERİ - Sovyetler Birliği ile sınır komşusu olan Türkiye aynı duruma Arap ülkeleri ile de ortak bir çizgi üzerinden sahip olduğu için , Türkiye’nin Arap dünyasına yönelik açılımlarında Rus hegemonyasının da etkileri olmuştur .

ÖZEL BÜRO ARAŞTIRMA DOSYASI
PROF. DR. ANIL ÇEÇEN: TÜRKİYE VE ARAP DEVLETLERİ
TÜRKİYE VE ARAP DEVLETLERİ
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Türkiye Cumhuriyeti dünyanın tam ortalarında merkezi bir devlet olarak tarih sahnesine çıkarken ; Balkanlar, Kafkaslar , Karadeniz ,Akdeniz gibi bölgelerden komşulara sahip olduğu gibi , güneyinde Akdeniz’den İran sınırlarına kadar ulaşan bin kilometreden uzun bir sınır boyunca iki büyük Arap devleti ile komşu olmuştur . Osmanlı döneminden gelme insan yerleşimi ve göçler yolu ile meydana gelen nüfus kaymaları ortaya belirli bir sosyolojik harita çıkarınca , imparatorlukların dağılması sonrasında her ülkenin nüfus yapısına göre ulus devlet kurulmuştur . Fransız devrimi sonrasında ilk ulus devletler Avrupa kıtasından kurulurken , ülkeler arasında ciddi nüfus kaymaları ortaya çıkmış ve ulus devletlere dayanan dünya haritası böylesine bir yapılanmaya göre yeniden biçimlenmiştir . Birinci dünya savaşına kadar Avrupa kıtasında bu doğrultuda gelişmeler olurken , Osmanlı İmparatorluğunu çökerterek merkezi coğrafya bölgelerini ele geçiren , İngiltere ve Fransa gibi sömürge imparatorlukları eski Osmanlı hinterlandı üzerinde sayıları otuza yaklaşan bir doğrultuda yeni devletler oluşturmuşlardır . Türkiye Cumhuriyeti bu emperyal tavıra karşı çıkarak eski Osmanlı topraklarında bir ulusal kurtuluş savaşı veren Türk ulusunun kurduğu devlet olarak, birinci dünya savaşı sonrasında dünya haritası üzerindeki yerini almıştır .

Orta Doğu tarihi incelendiği zaman bugünkü batı uygarlığını yaratan ilk siyasal ve toplumsal gelişmelerin , Mezopotamya adı verilen orta dünya bölgesinde meydana geldiği genel olarak görülmektedir . Tarih öncesi dönemlerden başlayarak insanlığın en eski yerleşim ve yaşam alanları olan bu bölgede, son iki bin yıllık gelişmeler bölgedeki bugünkü sosyal yapılanmayı ortaya çıkarmıştır . Milat tarihinin başlangıcında gündeme gelen dini oluşumlar bölgedeki siyasal ve sosyal gelişmeler açısından öncü bir rol oynamıştır . İnsanlar kabile türü yaşamdan din esaslı toplum düzenlerine doğru gelişirken , dinlerin içinden çıkan tarikatlar ve cemaatlar , tek tanrılı dinlerin doğduğu merkezi alan ve kutsal toprakların biçimlenmesinde etkili olmuşlardır . Dinler üzerinden cemaatlar aracılığı ile tarikatlar yaşam düzeninde öne çıkarken , Avrupa’daki Fransız devrimi doğrultusunda başlayan uluslaşma süreçleri de, batının etkisi ile Orta Doğu bölgesinde ortaya çıkmıştır . Dünyanın çeşitli yörelerinde yaşayan insan toplulukları, bulundukları ülkelerin coğrafyasına uygun bir tarzda geleceğe dönük uluslaşma süreçlerine ,çatısı altında yaşadıkları devlet yapılarının etkileri ve yönlendirmeleri ile kavuşmuşlardır . Bölge halkları sonraki dönemlerde devam eden uluslaşma süreci içinde yeni bir toplumsal kimlik kazanmışlardır . İmparatorluklardan ulus devletlere geçerken , Avrupa benzeri yeni ulus devletlerin eski Osmanlı hinterlandı içinde de zamanla meydana geldiği görülmüştür . Avrupa kıtasında imparatorluklar ile ulus devletler çatışırken , Osmanlı devleti çatısı altında yaşayan ahali içinde yer alan Yunanlılar imparatorluktan ayrılarak kendi ulus devletlerini on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısı içinde kurarak , Osmanlı hinterlandı içinde de Avrupa ülkelerindekinin benzeri bir ulus devlete sahip olmuşlardır . Böylece başlayan uluslaşma süreci Balkanizasyonu gündeme getirerek merkezi imparatorluk olan Osmanlı devletinin parçalanmasına yol açmıştır . Bu gelişmenin daha sonraki aşamada gündeme getirdiği Orta Doğu bölgesindeki uluslaşma sürecinin tarih sahnesine çıkardığı yeni yapılanma , Arap ulusu olarak kimlik kazanmıştır . Arap yarımadası üzerinde oluşmaya başlayan Arap ulusu ,yüzyıllar içinde önce Asya kıtasının içlerine doğru ve daha sonra da Kuzey Afrika’nın ortalarına kadar yayılarak bölge halklarının sosyolojik yapısının oluşumunda temel bir misyona sahip olmuştur .

İslamın doğuşu ve yayılması ile birlikte bölgede yaşayan Arap toplumlarının dini kimlikli yöneticileri ,yeni kabül ettikleri dinin yaygınlık kazanabilmesi için İslam devletleri oluştururlarken ,bölgenin temel halkı durumundaki Araplar önce bir ırk olarak ve daha sonra da kurulan devletler üzerinden Orta Doğu bölgesinin biçimlenmesi için çalışmışlardır . Dört halife dönemi sonrasında Orta Doğu bölgesinde kurulmuş olan Emevi ve Abbasi imparatorlukları temelde Arap devletleri olarak ortaya çıkmış ve Arap ırkının o dönemde önde gelen bir yere sahip olmasında etkili olmuşlardır . Çok çeşitli bölgelere Araplar yayıldıkları için bir uluslaşma süreci yaşamamışlar ama İslamın devletini kuran doğrultuda Arap toplulukları bir arada hareket etmesini bilmişlerdir . Bugünkü merkezi coğrafyadaki büyük Arap nüfusunun oluşması , İslam devletlerinin savaşlar sonrasında bölgeye yayılmaları sayesinde tamamlanabilmiştir . Bu süreç içinde , Akdeniz’in doğusunda yer alan Orta Doğu bölgesinin Arap nüfusu ,İslamın dünyaya yayılması çizgisinde zamanla Akdeniz kıyılarına yayılmıştır . Bu gibi gelişmeler sonrasında Akdeniz’in batısında yer alan İberik yarım adasına kadar giden Araplar , bu yarımadanın tam ortasında Endülüs Emevi devletini de kurarak , Avrupa tarihinde de İslam dini ile birlikte Arapların yer almasını , İspanya’da geçirdikleri yedi yüzyıllık devlet olma durumu ile gerçekleştirmişlerdir .

Orta Doğunun çeşitli ülkelerinde yüzlerce yıldır yaşayan Araplar , bazan devlet olma şansını yakalamışlar , bazan da dağınık topluluklar olarak Orta Doğu bölgesinin çeşitli yerlerinde yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmışlardır . İslam öncesinde Yahudilik ve Hrıstıyanlık gibi tek tanrılı dinlerin etkisi altında kalan Araplar , İslamiyetin kutsal topraklarda ortaya çıkmasıyla birlikte hızla bu yeni dinin çatısı altında bir araya gelmişler ve oluşturdukları askeri birlikler ile dünyanın merkezi coğrafyasında Müslümanlığın taşıyıcısı olmuşlardır . Milattan önceki dönemlerde ilkel ve tek tanrılı dinlerin etkisiyle bölge halkları ile birlikte yaşamlarını sürdüren Araplar, sonraki dönemlerde hem bölgenin hem de İslam dininin temsilcileri olarak etkinlik kazanmışlardır . İslamiyet sonrasında Arapların başına geçen Emeviler ve Abbasiler kendi adları ile ifade edilen büyük imparatorluklarını kurduktan sonra , egemenlik altına aldıkları ülkelerin insan topluluklarının Müslümanlığı kabül etmesinde önemli roller oynamışlardır . Bir çok din adamının eserleri incelendiğinde İslamın ve Arapların gelişimi birlikte ele alınmaktadır .Arapların Orta Doğu’da başlayan İslamiyet misyonu batıda İspanya’ya kadar gittiği gibi, doğuda da güney Asya ülkeleri üzerinden Çin seddine kadar olan geniş bölgelerde yayılma şansını elde etmiştir. Kuzeyde Rusya toprakları ile doğuda Malezya’ya kadar İslamın yayılmasında Araplar’ın önemli taşıyıcı rolleri olmuştur .

Merkezi coğrafya da Arapların hükümranlığı bölgeye Türklerin gelmesine kadar devam etmiş ama Selçukluların onuncu yüzyılda Horasan bölgesinden kalkıp gelerek bugünkü İran ,Irak ,Suriye ,Azerbaycan ve Anadolu’ya yerleşmeleri üzerine bölgede bir Türk egemenliği dönemi başlamıştır . Çok kısa bir zaman dilimi içinde bölgeye yayılan Selçuklular , hem İslam dini ile tanışarak bu dinin çatısı altına girmişler hem de büyük bir İmparatorluk kurarak Orta Doğu alanının yeni egemen gücü konumuna gelmişlerdir . Gazneliler ve Karahanlıların da kurmuş olduğu Türk devletleri de Selçuklu dönemi öncesinde Türklerin İslamiyete girişinin ön hazırlıklarını sağlamış ve daha sonraki aşamada da merkezi alanda İslamiyetin önde gelen bir din haline gelmesinde ,Türkler üzerlerine düşen sorumlulukla hareket ederek tarihin başka bir yönde ilerlemesine katkıda bulunmuşlardır . Asya’dan gelerek Türkleri arkadan vuran Moğol istilası olumsuz gibi gelişmeler sonucunda ,Selçuklu hegemonyası Orta Doğu’da uzun süreli bir egemenlik kuramamış ve birkaç yüzyıllık gelişmeler sonucunda Selçuklu devleti dörde bölünerek dağılırken , bu Türk imparatorluğunun yerini Selçuklu sonrasında kurulmuş olan Osmanlı Beyliğinin oluşturduğu bir başka Türk İmparatorluğu almıştır . Orta Doğu’nun kuzey bölgesinde yaşamakta olan Türkler din değiştirdikten sonra , İslamiyetin kuzey kolunu oluşturmuşlardır . Onuncu yüzyılda göçler yolu ile merkezi alana gelen Türkler dünyanın ortasının yeni egemen gücü konumuna gelerek, Osmanlı İmparatorluğunun çatısı altına giren bütün Orta Doğu bölgesini yönetmişlerdir . On üçüncü yüzyılın başlarında tarih sahnesine çıkmış olan Osmanlı devleti Orta Doğu ile birlikte , Kafkasya , Karadeniz , Balkanlar ,Ege ,Orta Doğu bölgeleri ile birlikte Kuzey Afrika bölgesini de sınırları içerisine katarak ,on milyon kilometrekarelik bir alanda dünyanın merkezi imparatorluğunu yedi yüzyıl boyunca ayakta tutabilmişlerdir . Selçuklu döneminde Türkler ile Araplar zaman zaman karşı karşıya gelmişler ama Osmanlı döneminde ise iki ayrı millet kökeninden gelmelerine rağmen tek bir imparatorluğun çatısı altında birlikte bir yaşam düzenini kurarak ortak bir yaşam düzenini uzun uzunca bir dönem sürdürmüşlerdir .

Osmanlı İmparatorluğunun yirminci yüzyılın başlarında Birinci Dünya Savaşı sayesinde dağılması yüzünden Türkler ile Arapların ortak düzeni bozulmuştur . Anadolu’da bir Türk devleti Türk milliyetçiliğinin desteği ile kurulurken , Osmanlı yönetiminde gelişmiş olan Arapların yaşam düzeni Türkler’den ayrılmıştır . Balkan savaşları sonucunda yıkılma noktasına gelmiş olan Osmanlı’nın son büyük padişahı olarak , Abdülhamit imparatorluğu Araplar ile Türklerin bir İslam devleti çatısı altında yeniden bir araya gelmesiyle sürdürmek istemiş ama İngiltere’nin araya girmesi üzerine Türklerin ve Arapların birlikte oluşturacağı ortak İslam devleti projesi çöküntüye uğramıştır . İngilizler Türk milliyetçiliğini kışkırtarak Anadolu yarımadası üzerinde bir Türk devleti kurulmasını dolaylı yollardan desteklerken , öte yandan Arap milliyetçiliğini de destekleyerek Abdülhamit’in Şam merkezli kuracağı büyük İslam devletini Anadolu yarım adası ile Arap yarımadasını birbirlerinden ayırarak önlemiştir. İngiliz emperyalizmi tarafından Türkiye -Suriye sınırı aslında bir Türk-Arap sınırı olarak düşünülmüştür . Üç yarımadadan oluşan Osmanlı İmparatorluğunun Balkan yarımadasının ayrılması üzerine çöküşe geçmesi üzerine , Abdülhamit geride kalan iki yarım ada üzerinde Türk ve Arapların dayanışmasıyla bir merkezi İslam devleti oluşturmak isterken , Büyük Britanya İmparatorluğu Osmanlı sonrası dönemde merkezi alana egemen olmak için , Türk ve Arapların böylesine bir birliktelik oluşturmasını istememiş ve iki milliyetçilik akımını birbirlerine karşı kışkırtarak birleşmeyi önlemeye çalışmıştır .

Osmanlı devletinin ana unsuru olan Türkler, kuzey Müslümanları olarak Orta Doğu’dan dışlanırlarken , Orta Doğunun Arap nüfusu cetvel ile çizilen sınırlar üzerinden bazı yapay devletlere bölünmüşlerdir . Arap yarımadasını öncelikle güney ve kuzey olarak bölen İngiliz emperyalizmi ,Mezopotamya bölgesinde Irak adı ile bilinen ayrı bir Arap devleti oluşturmuş , bu devletin Akdeniz ile bağlantısını kesmek üzere de yarımadanın kuzey batısında bir de Suriye adı ile başka bir devlet oluşumuna destek vermişlerdir . Üç büyük tek tanrılı dinin sahneye çıkmış olduğu Filistin bölgesinin haritası çizilirken , Lübnan Suriye için , Ürdün ise Irak için birer tampon küçük devletçikler olarak yaratılmış ve böylece Filistin bölgesi güvence altına alınarak , gelecekte Yahudilerin bu bölgeye dönerek yeniden kendi devletlerini iki bin yıl sonra kurabilmelerinin önü açılmıştır .Suriye’nin üstünde kalan Anadolu yarımadası Türkiye Cumhuriyetine dönüşürken , Orta Doğu’nun bir çok bölgesinden Türk asıllı topluluklar göç ederek yeni Türk devletinin vatandaşları olabilmek amacıyla bugün olduğu gibi o zaman da Anadolu yarımadasına göç etmişlerdir . Buna karşılık , Osmanlı döneminden kalma Arap topluluklarının da Anadolu yarımadasını terk ederek Arapların ülkesi olarak ilan edilmiş olan topraklara göç etmeleri de yeni uluslararası düzen tarafından desteklenmiştir . Böylece bir imparatorluk sonrası dönemde ulus devletler çağı Orta Doğu’ya getirilirken , Türkler ve Araplar ortak devlet çatısı altında yaşamak gibi eski bir statüden uzaklaşmışlardır . Lozan Antlaşması sonrasında Türkiye’nin sınırları belirlenirken ,Türkler ve Arapların hangi devletin vatandaşları olacağı konusunda bir altı aylık karar verme ve geçiş süresi tanınarak bu süreç tamamlanmıştır.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortak devletleri ellerinden alınan Türkler ve Araplar ayrı devletler halinde yeni dünya haritası üzerinde ortaya çıkarlarken, yeni komşular olarak hareket etmesini öğrenmişler ve bu doğrultuda ikili ilişkileri geliştirerek , Orta Doğu bölgesinde gündeme gelen batı emperyalizmi döneminin sorunlarını birlikte aşabilmenin yollarını aramışlardır . Yirminci yüzyıl Orta Doğu tarihi incelendiği zaman Arap yarımadasının parçalanmasıyla oluşturulan yeni Arap devletleri ile bölgede Türklerin devleti olarak Türkiye Cumhuriyetinin karşılıklı olarak oluşturdukları komşuluk ve dayanışma ilişkilerinin önem kazandığı görülmektedir . Yeni dönemde Türk-Arap ilişkilerinin artması ve bu doğrultuda bölge devletleri arasında her türlü emperyal müdahaleye karşı ortak direnişin örgütlenmesini önlemek üzere, batı blokunun önde gelen büyük devletleri merkezi alana müdahale ederek ,eskisi gibi bir Türk-Arap dayanışmasının ortaya çıkmasını önlemek için çaba göstermişlerdir .Bu doğrultuda eski Osmanlı bölgesinde yeni kurulan ulus devletlerin Türkiye ile birlikte bölgesel pakt oluşturmasını önleyerek , Türk devletini Arap sınırında yer alan komşu devletler olan güneydeki sınır komşuları ile karşı karşıya getirmek ana amaçları olmuştur .

Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrasında bölgedeki en önemli gelişme iki bin yıllık bir tarih sonrasında üçüncü kez bir Yahudi devletinin kurulmasıdır . Birinci Dünya Savaşının galibi olan İngiltere aslında bu bölgede yeni bir Yahudi devleti ile karşı karşıya gelmek istemediği için Siyonist lobilerin ısrar ve baskılarına karşı direnirken , ikinci dünya savaşının gündeme gelmesi ve bu savaşı Yahudilerin yönetiminde bulunduğu Amerika Birleşik Devletlerinin kazanması üzerine , Yirminci yüzyılın ortalarında bir Yahudi devleti olarak İsrail’in üçüncü kez kurulabilmesi için elverişli bir ortam doğuyordu . Filistin gibi küçük bir alanda yeniden bir Yahudi devletinin ilan edilmesi üzerine, Orta Doğu yeniden bir karışıklık dönemine sürükleniyor ve Arap-İsrail savaşları bu küçük devletin kurulmasıyla birlikte başlayarak yirmi birinci yüzyılın başlarına kadar devam ediyordu . Arapların bütünüyle kendi vatanları olarak gördükleri Arap yarımadasının tam ortasına bir başka din mensupları olarak Yahudilerin gelip ayrı bir devlet kurmasını, bölgedeki Arap devletlerinin hiç biri benimsememiş ve bu yüzden , İsrail’in kurulması üzerine bölge bir savaş bataklığı alanına hızla dönmüştür . İsrail uluslararası hukuka aykırı bir biçimde kurulduktan sonra, sınırlarını resmen ilan etmemiş ve sürekli olarak ülkesini genişletme doğrultusunda her fırsatta savaşlar çıkartarak , batı dünyasının zengin Siyonist lobilerinin desteği ile bu küçük devletin gelecekte bütün orta dünyaya egemen olabilecek Büyük İsrail İmparatorluğuna ya da Federasyonuna dönüşebilmesi için siyasal konjonktür giderek tırmandırmıştır . Tarihsel olarak yarım yüzyılı çoktan geride bırakan İsrail deneyinin bölgeye barış yerine savaş getirmesi , hem üçüncü dünya savaşı ihtimallerini hem de kutsal kitaplar üzerinden kıyamet senaryolarını güncelleştirmiştir . Kutsal kitaplar kaynak gösterilerek , Tanrının kıyamet senaryolarına alet edilmek istenmesi , üç büyük dinin eskisi gibi dinler arası savaş senaryolarına doğru yeniden sürüklenmeye zorlanması gibi durumlar Orta Doğu’daki savaş senaryolarını bir kaç misli artırarak bugünün kaotik gelişme ortamını yaratmıştır .

Bugünün dünyasında Orta Doğu denilince akla hemen İsrail gelmekte , batının zengin ülkelerinde güçlü konumlarda olan Yahudi lobilerinin denetimi altındaki uluslararası medya ve basın organlarının yaptıkları yayınlar doğrultusunda ,Orta Doğu sorunu meselesi gelip Yahudi devletine takılmaktadır. Batı dünyasının entelektüel kesimleri merkezi coğrafyaya batıdan bakınca ,milyonlarca Arap insanını bir yana bırakarak İsrail’den başka bir şey görememektedir . Siyonist kesimlerin gözünü boyamış olan Büyük İsrail hülyasının giderek etkinliğini artırması yüzünden, dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan Yahudilerin geleceğini Siyonist plan ile bir araya getirme gibi yeni bir durum ortaya çıkmaktadır . Kendi iç yapısı nedeniyle son derece karışık bir görünüm veren Orta Doğu haritasının, İsrail’in sınırlarının belirsizliği yüzünden sürekli olarak bir sorun konumunda kalması ve bu bölgedeki her sorunun giderek büyüme göstermesinin ana nedenidir . İki bin yıl önce ülkelerinden sürülen Yahudilerin bu kadar uzun zaman sonra tekrar bölgeye dönerek devlet kurmaları ve bu devlet üzerinden de merkezi coğrafyanın tamamına sahip çıkmak istemeleri bugünün dünyasında eski sorunları devam ettirdiği gibi beraberinde yeni sorunların da ortaya çıkmasına neden olmaktadır . Bu yüzden bölge giderek bir sorunlar yumağı görünümü kazanmaktadır . Bölge devletlerinde yaşayan Yahudilerin yanı sıra büyük devletlerde varlıklarını sürdüren diğer Yahudi kesimlerin güçlü bir lobicilik yaparak dünyaya egemen olmaya çalışmaları , beraberinde bir çok karmaşık konuyu gündeme getirdiği gibi ,var olan sorunlarında giderek karmaşık bir hale gelmesi içinden çıkılmaz bir kaos ortamının bu bölgede devreye girmesine yardımcı olmaktadırlar . İsrail sorunu giderek bir Orta Doğu sorunu olmaktan çıkarak uluslararası bir sorun haline gelirken , dünyanın dört bir yanında yaşayan tüm Yahudiler de, bu ana sorunun tarafı konumuna gelerek ,bugünün devlet yapılarının karşısına dev bir yapıda İsrail olgusunu öne çıkarmaktadırlar . İsrail konusunun bu kadar büyüyerek dünyanın gündemine oturması üzerine , uluslararası konjonktür değişiklik göstermekte ve içinden çıkılmaz ilişkiler yumağı halinde devletler arası ilişkiler bir kaotik ortama doğru hızla sürüklenmektedir .

Geçmişten gelen son derece karışık İsrail sorununa paralel bir doğrultuda bölgedeki zengin petrol ve diğer enerji kaynaklarının belirginlik kazanmaları nedeniyle emperyal güçlerin acil müdahaleleri birbirini izleyerek , bölgede var olan sıcak çatışma ortamının giderek savaşa dönüşmesini beraberinde getirmiştir . İsrail’i çevreleyen haritada birden fazla Arap devletinin bulunması , Suriye ve Irak gibi Lübnan ile Ürdün’ün de bölge devletleri olarak öne çıkmaları yol açmakta ve Yahudi devleti her fırsatta sınır komşusu olan bu Arap devletleri ile karşı karşıya kalmaktadır . İkinci dünya savaşı sonrasında İsrail’in kurulmasıyla birlikte bölgedeki bütün Arap ülkeleri Yahudi devleti ile savaşlara girmek zorunda kalmıştır .ABD sayesinde en yüksek teknolojileri kullanan Siyonist devlet Araplar ile girdiği her savaşı kazanınca , sürekli kaybeden taraf olarak Araplar birleşme ihtiyacı duyarak Orta Doğu ‘da Birleşik Arap Cumhuriyeti kurmaya kalkışmışlardır .Mısır ve Suriye’nin bir araya gelerek ilan etmiş olduğu bu yeni devlet Irak, Ürdün ve Lübnan gibi Arap ülkelerinin girmemesi üzerine havada kalmış ve bir süre sonra da böyle bir adımdan vazgeçilmek zorunda kalınmıştır . Arap devletleri , sömürgelik sonrasında bağımsız devlet yapılanmasına kavuşurken ortaya mezhepler , tarikatlar ve hanedanlar girmiş ve bunların bir türlü bir araya gelememesi yüzünden, Birleşik Arap Cumhuriyeti gibi bir büyük devlet Orta Doğu’da kurulamamıştır . Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır’ın en büyük hayali olan Arap Birliği’nin bölgesel bir devlet olarak ortaya çıkmasını batılı gizli servisler ile İsrail lobileri engellemişlerdir . ABD’nin sonradan idam ettirdiği Irak devlet başkanı Saddam Hüseyin Irak’ın başına bir darbe ile geçerken Birleşik Arap Cumhuriyeti oluşumuna karşı çıkmıştır . Daha sonraları ise gerçekleri görerek Arap milliyetçiliğine yönelen Saddam Hüseyin’i ABD ve İsrail ikilisi iktidardan indirerek Mezopotamyayı bir sürekli savaş alanına çevirmişlerdir . Başlangıçta böylesine büyük bir Arap devletinin kurulmasını ABD baskısı yüzünden önleyen Saddam Hüseyin bu hatasının faturasını idam olarak ödemek zorunda kalmıştır .

Orta Doğu’nun bütün alanlarını kapsayan bir büyük Arap devletinin oluşturulmasını batı emperyalizmi ile İsrail Siyonizmi engelleyerek küçük İsrail ‘in Büyük İsrail’e dönüşmesini sağlayacak Siyonist oluşumun önünü açık bırakmışlardır . Arap devletlerinin birleşerek bir büyük ordu kuramaması yüzünden ,küçük Yahudi devleti batıdan aldığı desteklerle her zaman savaşlardan başarı ile çıkmış ve geleceğe yönelik bölgesel imparatorluk planlarını geliştirmek için çaba göstermiştir . Güçlü bir bölgesel devlet kuramayan Araplar , bu boşluğu gidermek üzere uluslararası alanda etkili olmak üzere Arap Birliği adı altında bir bölgesel örgüt kurarak Arap dünyasının çıkarlarını korumak üzere yeni bir yapılanmaya girmişlerdir . Her biri Orta Doğu bölgesinin farklı yerinde bulunan Arap ülkeleri böyle bir uluslararası örgütün çatısı altında birleşerek ortak çıkarlarını mezhep, tarikat, hanedan ,siyasi parti ve devlet çekişmeleri yüzünden gerçekleştirememişlerdir . Bölgesel bir devleti İsrail’e karşı oluşturamayan Araplar bu boşluğu doldurmak üzere Arap Birliğine bağlı yeni örgütlenmelere gitmişler ve bu doğrultuda ekonomi ,sosyal ,kültürel gibi alanlarda Arap Birliği’ne bağlı çalışacak bazı yan örgütleri oluşturarak, yeni etkinlikler kazanabilmenin arayışı içinde olmuşlardır . İslam Kalkınma Bankası ,İslam Ekonomi Kurumu bu doğrultuda kurularak Arap nüfusun yoğun olduğu Körfez bölgesi merkezli olarak çalışma yaşamına katılmışlardır . Bu gibi ortak kuruluşların oluşturulması bile Arapları bir araya getirememiş, tek bir büyük devlet gibi hareket edemeyen Araplar her zaman için Batının emperyal devletleri ile İsrail karşısında güçsüz kalarak kaybetmişlerdir . İsrail ile yürütülen bölgesel savaşlarda bile bir araya gelerek ortak hareket edemeyen Arap devletleri , iç çekişmeler ve dağınıklık yüzünden her zaman kaybetmekten bir türlü kurtulamamışlardır . Arapların içine giren batılı ajanlar da var olan ayrılıkları her zaman körükleyerek batılı emperyal ülkelere hizmet ettikçe , gerçek bir Arap birliği hiçbir zaman söz konusu olamamıştır .Batılı gizli servisler Orta Doğu ülkelerinde cirit atarken , Arap devletleri her türlü provakasyona alet olmaktan kurtulamayarak birbirleriyle uğraşmaktan ya da çekişmekten bir türlü uzaklaşamamışlardır . İslamiyetin ilk dönemlerinde başlayan Abbasi-Emevi ayrılığının izleri daha sonraki dönemlerde bir türlü silinemeyince, bu ayrılık zamanla her alanda farklılıklar ve çatışmalar yaratmıştır.

Türkiye , Arap dünyasının egemen olduğu Orta Doğu’ya , Türk olduğu için uzak ama bölgenin içinde Araplara komşu bir ülke olduğu için yakın bir konuma sahip bulunmaktadır . Bu nedenle Türkiye hem Orta Doğunun içinde hem de dışında bulunan bir devlet görünümüne sahiptir . Yıllar geçtikçe ve olaylar ortaya çıktıkça , Türkiye Orta Doğu gelişmelerine bazan uzak kalmakta bazan da hiç beklenmedik bir anda kendisini siyasal gelişmelerin tam ortasında bulabilmektedir . Bu nedenle , Türkiye siyasal gelişmelere göre hareket etme serbestisini kendisinde görmekte ama kalıcı bir bölge siyasetini oluşturamadığı için de beklenmedik durumlar ile de karşı karşıya kalabilmektedir . Türkiye ve Orta Doğu tarihi birlikte ele alındığında bu gibi bir çok gelişmenin örnekleri ortaya çıkmaktadır . Bölge nüfusunun dörtte üçünü oluşturan Arapların tek bir temsilcisi olmaması sorunları çözümsüz bırakmaktadır . Bölünmüş Arap dünyasında yer alan devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda başka yönlere doğru hareket etmeleri yüzünden karşısında Arap dünyasını temsil eden tek bir güçlü makam bulamayan Türk diplomasisi , Arap devletlerinin bütününü dikkate alarak devletler arası çekişmeler ile farklı davranış biçimlerini hesap ederek davranmak zorunda kalmıştır . Özellikle siyasal bunalım dönemlerinde bu durumdan kurtulmak için yeni yollar denemek zorunda kalan Türkiye , Arap bütünlüğünü bir yana bırakarak her Arap devletini birbirinden ayırarak muhatap olma yolunu bilinçli bir biçimde tercih etmiştir . Türk diplomasisi , Orta Doğu sorunları üzerinde çalışırken , bölgeye has özel durumların dikkate alınmasına her zaman için öncelik vermek zorunda kalmıştır .

Anadolu yarım adasını Arap yarımadasından ayıran Türkiye-Suriye sınır hattı aynı zamanda Türkler ve Araplar arasındaki sınır hattı olarak belirlendiği için , Türkiye her zaman bu durumu dikkate alarak hareket etmiştir . Osmanlı sonrasında bölgeye gelen Britanya emperyalizmi yeni bir Osmanlı İmparatorluğu ile karşılaşmamak için, her zaman Türkler ile Araplar arasına mesafe koymaya ve bu iki grup insanın yaşadıkları ülkelere göre farklı siyasetler geliştirmeye dikkat etmiştir . Batı bloku bu bölgede yeni bir düzen kurarken, oluşturulan farklı devletlere birbirinden ayrı siyasal rejimlerin getirilmesine çalışmıştır .Emperyalistler , Sünnilerin çoğunlukta olduğu ülkeye Şii yönetimi , Şiilerin çoğunlukta olduğu ülkeye ise Sünni yönetimi getirerek , bölgedeki devletlerin kendi halklarından ya da toplumlarından kopuk kalmasına , tabansız yönetimlerin işbaşına gelmesine ve bunların sosyal desteğe sahip olmasının önlenerek tavanda bırakılmalarına , böl ve yönet ilkesi doğrultusunda öncelik verilmiştir .Özellikle Baas partisinin Arap milliyetçiliği doğrultusunda bir Arap birliği oluşturmasına karşı çıkılmış ve bölgedeki Şii-Sünni farklılıklarının bölgesel bir bütünleşmeye gitmemesi için çok çeşitli siyasetler devreye sokulmuştur . Lübnan diye bir tampon devlet Suriye’ye karşı kurulurken bölgedeki gayrimüslim nüfustan yararlanılmış , Ürdün diye bir tampon devlet Irak’a karşı oluşturulurken Kafkasya’dan getirilen Çerkez nüfus bu yapay ülkeye halk topluluğu olarak monte edilmeye çalışılmıştır . Ürdün ve Lübnan sahte devletler olarak yeni haritada konumlandırılırken , bir büyük Arap birliği dayanışmasının Filistin ülkesinde yeni kurulan İsrail’i hedef alması önlenmeye çalışılmıştır . Nüfus çoğunluğu Çerkez olan Ürdün , İngiltere’ye yakın bir yol izlerken , eski bir Fransız sömürgesi olan Lübnan’da gene Fransa’nın yolundan gitmekte böylece İsrail için oluşturulan iki tampon devlet olarak bir araya gelmelerinin ve ortak bir politika izlemelerinin önü kesilmektedir . Fransa bölgeye girerken Lübnan’ı giriş kapısı olarak görmekte , İngiltere ise bölge haritasının çizicisi olarak Ürdün kapısından Orta Doğu’ya yönelen manevralarını uygulama alanına getirmektedir . İsrail ise her zaman için Amerika’nın Orta Doğu eyaleti biçiminde hareket etmektedir. ABD’den kalkan uçakların en çok gittiği ülke konumuna sahip olan İsrail , ABD için bölgeye giriş kapısı konumundadır . ABD diplomasisinin merkezi konumundaki bu küçük ülke kendisini çevreleyen Arap baskısına karşı ,Amerika’yı her zaman için kurtarıcı görmekte ve bu doğrultuda Amerikan devletinin bölge üzerindeki siyasetlerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilme doğrultusunda adımlarını atmaktadır .Bu durumda İsrail yerine ABD Arap ülkeleriyle muhatap olmaktadır .

Orta Doğu’da İsrail’e karşı Arap Birliği kurulamadığı gibi , uluslarası alanda etkinliklerde bulunan Arap Birliği örgütü de , Arap çıkarlarını doğru dürüst koruyamamaktadır . Hemen hemen her sene toplanan Arap Birliği zirvelerinde bu yüzden etkili kararlar alınamamakta ve bu nedenle de istendiği gibi çalışamamaktadır . İslamın mezhepleri içinde bölünen Arapların toparlanabilmesi açısından Arap milliyetçiliği de yeterince etkin olamamıştır . Dinin siyasetten ayrılması noktasında tam bir belirginlik sağlanamayınca Türk milliyetçilerinin gerçekleştirdiği laik devlet düzenini hiçbir Arap ülkesi kendi toprakları üzerinde bir siyasal düzen olarak kuramamıştır . Milliyetçilik akımı İslamiyet’ten sonra Arapların düşüncelerini en fazla etkileyen oluşum olmasına rağmen , ülke farklılıkları yüzünden güçlü bir Arap milliyetçiliğinin merkezi alanda gerçekleşmesi mümkün olamamıştır . Baascılık bugün yıkılmak istenen Irak ve Suriye devletlerinin yönetiminde etkin olurken ,bir İslamiyet-Milliyetçilik ve Sosyalizm sentezi oluşturulmaya çalışılmış ama mezhep farklılıkları yüzünden bu deneyimin geleceğe dönük bir biçimde kurumlaşması önlenmiştir . Arap dünyasında ilk çökertilen rejimlerin Baas partileri düzenine sahip olan Irak ve Suriye’de gerçekleşmesi böylesine bir sentezin ortaya çıkmadığının en önemli kanıtı olmuştur . Bu durumda , İslamiyetin çatısı altında bir araya gelemeyen Arapların güçlü bir milliyetçilik akımının çatısı altında da toparlanamadıklarını gözler önüne sermektedir . Pan-Slavizm , Pan Cermenizm ya da Pan-Türkizm gibi aynı kökten gelen bir ülkeler arası dayanışma düzenini ,Araplar Pan-Arabizm çizgisinde gerçekleştirememişlerdir . Arap dili ve bu dilin çevresinde gelişen Arap kültürü de bir büyük Arap birliğinin oluşumu açısından yeterli olamamıştır . Arap asıllı liderler kendi vatandaşlarının çıkarlarının ötesinde , tüm Arap dünyasının sorunlarını çözmeye dönük bir bölgesel tavrı geliştiremediği için de Arap milliyetçiliği cılız kalmıştır .Nasır , Saddam ve Kaddafi gibi Arap devletleri başkanları tüm Arap dünyası için milliyetçiliğe kalkıştıkları zaman yalnız kalmışlar ve emperyalizmin baskıları ile iktidardan uzaklaştırılmışlardır .

Arap ülkelerinin topraklarının altında uzayıp giden enerji kaynakları bu ülkelerin bazılarını çok zengin yapmış ama bazılarının da geride kalarak yoksullaşmalarına neden olmuştur . Batının zengin ülkeleri Arapların elinde birikmiş olan petro-dolarları geri çekebilmek için silah satışı senaryosunu her zaman için ön planda tutmuştur . Söz dinlemeyen , İran ,Mısır,Irak,Libya ve Arabistan gibi ülkelerde halk kitleleri isyanlara kışkırtılarak ve bu gibi devletlerin elinde uluslararası bankacılık sisteminde birikmiş olan para hesaplarına el konularak birikmiş paralar geri alınmıştır .İran şahı bağımsız politikalara yönelince İslam devrimi batı emperyalizmince hazırlanmıştır . Nasır,Saddam ve Kaddafi batı insiyatifine karşı çıkarak direnince halk isyanları üzerinden bu liderlerin tasfiyeleri gerçekleştirilmiştir . Petrol ve doğal gaz rezervleri batı emperyalizmini bu ülkelerin üzerine çekerken Araplar baskı altında kalmışlar ve bu doğrultuda bir çok ayaklanma senaryolarına alet olma noktasına düşmüşlerdir. En son olarak devreye giren Arap Baharı olayları gene batılı gizli servislerin provakasyonları ile gündeme gelmiş ve Arap dünyasını bir kez daha iç karışıklıklara mahkum ederek çok büyük zararlar vermiştir .Orta Doğu bölgesinde İsrail’in büyük bir bölgesel imparatorluk oluşturma planları gerçekleşemeyince , Yahudi devleti iki bin yıl önce kendisini yok eden Roma İmparatorluğu gibi davranarak bir Akdeniz hegemonyası arayışına girmiştir . Bu plan çerçevesinde Roma kentinin yerini Kudüs alacak ve tıpkı Roma devletinde olduğu gibi bütün Akdeniz kıyıları , Kudüs merkezli yeni imparatorluğun sınırları içerisinde yer alarak , karada gerçekleştirilemeyen Siyonist imparatorluğun merkezi denizin kıyılarında gerçekleştirilmesi operasyonuna katkı sağlayacaktı . Arap baharı Tunus gibi bir Arap ülkesinde başlıyor ve kısa zamanda dilimi içinde bütün Arap dünyasına yayılarak yerleşik devletler düzenini bozuyordu . Burada istenen yeni olgu , sivil ayaklanmalarla Arap devletlerin çökmesi ve giderek parçalanmasıydı . Tunus’ta yabancı gizli servisler aracılığı ile başlatılan olaylar zinciri Libya’da Kaddafi rejimini devirerek , Arap ülkelerinin Irak ve Suriye gibi parçalanmalarına giden yolu yeniden açıyordu .

Büyük İsrail’in Akdeniz kıyılarında kurulması sürecinde Tunus ve Libya ile birlikte Mısır’da da Hrıstıyan Kıptiler üzerinden parçalanma olaylarının tırmanma göstermesi , Kuzey Afrika bölgesinin de aslında Orta Doğu bölgesinin güney kısmı olduğunu ortaya koymuştur . Bu doğrultuda olaylar daha sonraki aşamada Sudan ve Somali gibi ülkelere de sıçramış ,bu gidişin sonunda Sudan bölününce bu ülkenin güney bölgesinde yeni bir devlet İsrail’in kontrolü altında ilan edilmiştir . Daha önceleri aynı durum Habeşistan’da cereyan edince , bu ülkenin deniz kıyısındaki eyaleti olan Eritre bölgesi ayrı bir devlet olarak bağımsızlığını ilan etmiş ve İsrail Güney Sudan’da olduğu gibi bu ülkeye gelerek askeri üs kurmuştur . Orta Doğu’nun güneyi konumundaki Kuzey Afrika bölgesi uzun süren Osmanlı devletinin hegemonyası nedeniyle genel olarak Müslüman bir nüfusa sahip olduğu için,bu durum tam bir Orta Doğu hegemonyasına soyunan Siyonist devletin bölgenin güneyine de el atması gibi bir emperyal gelişmeyi gündeme getirmiştir. Fas’tan Malezya’ya kadar uzayıp giden Ekvator çizgisine paralel bir biçimde yan yana dizilen İslam ülkelerinin sınırlarının değiştirilmeye çalışılması ile birlikte gündeme gelen batı merkezli saldırı sürecinde ,Arap ülkeleri gene yalnız başlarına var olma mücadelesine sürüklenmişler ve bir türlü bir araya gelemedikleri için küresel emperyalizmin sınırları değiştirme görünümlü yeni saldırı ve parçalama senaryolarına karşı planlı ve örgütlü bir biçimde karşı çıkamamışlardır . Arapların dağınıklığı diğer Müslüman ülkelerde de görüldüğü için batılı ülkeler rahatça emperyalist saldırılarına devam ederek Arap topluluklarını iyice dağıtmışlardır .

Türkiye’nin Orta Doğu bölgesi ile ilişkileri hem İslamiyet üzerinden hem de Türk-Arap ilişkileri açısından ele alınmak durumundadır . Türkiye Cumhuriyetinin nüfusunun büyük çoğunluğunun Müslüman olması nedeniyle, İslam ülkeleriyle yakınlaşma içinde olan Türkiye aynı zamanda Türk-Arap ilişkileri üzerinden komşuluk bağlantılarını geliştirerek ,Orta Doğu ülkeleri üzerinde etkin olabilmenin arayışı içinde olmuştur . Türk devleti ,Birinci Dünya Savaşı ve kuruluş yıllarından gelen bir çizgide Batı bloku ile yakınlaşma ve hesaplaşma ilişkileri içinde olduğu için kuruluş yılları döneminde Orta Doğu bölgesi ile yakından ilgilenme şansını elde edememiştir . Türkiye’nin Orta Doğu ile ilgilenmesi ikinci dünya savaşı öncesinde saldırılara karşı komşu ülkelerle dayanışma paktları kurmak biçiminde olmuştur . Balkan ve Sadabat Paktları kurulurken Türkiye sınır komşuları ile yakınlık içine girmeye çaba göstermiştir . Savaş sonrasındaki dönemde ABD’nin Orta Doğu bölgesine gelmesi , İsrail’in kurulması ve Türk devletinin Nato askeri paktına katılması ile Türkiye-Orta Doğu ilişkileri batı yönlendirmeli olarak başlamıştır . İncirlik üssünün kurulması İsrail’in korunması için Türkiye’nin devreye sokulması ile gerçekleşmiştir . ABD’nin bölgeye gelişi ve İsrail’in kurulması ile Türk dış politikasında da önemli bir değişiklik yaratmış ve Türk diplomasisi giderek Atlantik emperyalizmi ile Siyonizm çizgisine doğru kayma göstermiştir . Daha önceleri kurulmuş olan Sovyetler Birliğinin getirdiği soğuk savaş ortamının güçler dengesi doğrultusunda oluşturulan Türkiye’nin merkezi konumuna uygun dış politika anlayışı geride kalmış ve yerini giderek Atlantikçilik ve Siyonizm aldıkça Türkiye daha çok Orta Doğu ülkelerine yönelik siyasi açılımlarda bir tür batı karakolu olarak Nato üzerinden kullanılmaya çalışılmıştır .Yeni dönemde Türkiye’nin giderek ABD ve İsrail ikilisinin dümen suyunda giden bir ülke konumuna gelmesiyle ,Araplar giderek Türkiye’den uzaklaşmışlar ve Türkiye’yi ABD-İsrail ikilisinin karakolu olarak görmüşlerdir . İsrail’i koruyacak bir üs olarak İncirlik tesisinin Türk topraklarında kurulmasını , Araplar arkadan vurulmak olarak açıklamışlar ve bu yüzden Türkiye’yi sorumlu görmüşlerdir .Cihan savaşları sonrasında batı hegemonyası altına girmekten kurtulamayan Türkiye , Atatürk’ün bağımsızlık çizgisinden batıya bağımlılık noktasına gelmiş ve bu yüzden de komşuları ile ilişkileri kopma noktalarına gelmiştir .

“Ne Arabın yüzü ,ne de Şam’ın şekeri“ sözü ile Türkiye’de Arap düşmanlığı pazarlayan batı işbirlikçileri ve Siyonistler , Türkler ile Arapların arasını bozarak Türkiye’nin batının ileri karakolu bir yarı sömürge konumuna düşürülmesini sağlamışlardır .Bu arada Türkiye’yi İsrail’e yaklaştırmak çabaları ve İsrail’in kendi çıkarları doğrultusunda geliştirdiği Orta Doğu politikalarının uygulama alanına getirilmesi girişimlerinde, Türkiye’nin bölge ülkesi olarak kullanılması ,ya da batı blokunun çıkarları doğrultusunda bir taşeron devlet konumuna sürüklenmesi için Araplar aleyhinde ciddi bir propaganda yapılmıştır . Arap ülkeleri şeriatçılıkla suçlanırken , Türkiye’nin laik devlet rejimi dayanak noktası olarak kullanılmış ve bu durum giderek bir Arap düşmanlığı politikasına dönüştürülmüştür . Türkiye’nin güney komşusu olan Arap ülkeleri ile ilişkilerinin geliştirilmesi ve komşuluk ilişkileri üzerinden bir bölgesel dayanışma ittifakına yönelmesi ,sürekli olarak batıcı ve İsrailci lobiler tarafından Türkiye’nin iç politika sahnesinde engellenmeye çalışılmıştır . İngiltere,Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail üçlüsü Türkiye’yi İsrail’in çıkarları doğrultusunda bir batılı çizgide yönlendirmeye ağırlık vermiştir. Bu doğrultuda Türk devletinin iç politikası ile bölgeye yönelik diplomasisi dolaylı yollardan Siyonizm doğrultusunda manüple edilmeye çalışılmıştır . Uzaktan kumandalı batı emperyalizmi bölgedeki İsrail Siyonizmi ile işbirliği yaptıkça , bütün bölge ülkeleri ciddi anlamda tehdit rüzgarları ile karşılaşmış ve bu yüzden de Avrupa kıtasında olduğu gibi bir bölgesel güvenlik şemsiyesi oluşturulması gerçekleştirilememiştir . Soğuk savaş döneminde Türkiye’yi Bağdat paktı ile denetim altına almak isteyen batı emperyalizmi , Türkiye Cumhuriyetinin Atatürk’ün zamanında oluşturduğu bölge ülkeleri dayanışma örgütü olan Cento’nun yeniden gündeme getirilmesine ısrarla karşı çıkmışlardır . Dünyanın en büylük savaşlarının ve çatışmaların yaşandığı bir coğrafya olarak Orta Doğu bölgesini elinde tutmak isteyen batı bloku , bölge ülkelerinin bir koruyucu şemsiye altında bir araya gelerek kendilerini güvence altına alacakları bir bölgesel işbirliği ve güvenlik örgütlenmesine hiçbir zaman izin vermemişlerdir . Bu tür bir gelişmeyi önlemek üzere de işlerine geldiği gibi bölge ülkeleri arasındaki sıcak çatışmaları körüklemeye devam etmişlerdir . Kendi yetiştirdikleri bazı kişileri siyaset sahnesine yönlendirerek , stratejik derinlik gibi aldatıcı kavramlar üzerinden Türkiye’nin güney komşuları olan Arap ülkeleri ile sıcak çatışmalara ve savaşlara girmesini açıktan desteklemişlerdir .

Birinci dünya savaşı sırasında İngilizlerin kışkırtmış olduğu Arap şeyhlerinin önderliğindeki Arap toplulukları , Osmanlı İmparatorluğunun kendi yarımadalarından çıkması doğrultusunda ortaya koyduğu direniş hareketlerini , Türklerin arkadan vurulması olarak gösteren batı işbirlikçisi mandacı çevreler bu noktadan hareket ederek büyük bir Türk düşmanlığının Arap ülkelerinde yaygın olduğu gibi bir görüntüyü kamuoyu önünde yükseltmektedirler . Şerif Hüseyin’in bir Arap krallığı peşinde koşması , bazı Arap şeyhlerinin Osmanlı yönetimine karşı isyan etmelerini gündeme getirdiği için Türkler ve Araplar yedi yüzyıl sonra yeniden karşı karşıya getirilmişlerdir . Osmanlı dönemini Türk emperyalizmi olarak gösteren Siyonist kesimler , Araplar’ı Türkiye’ye karşı bir araya getirerek yeni bir Osmanlı macerasına bölgenin sürüklenmesini önlemeye çalışıyorlardı . Türkiye ise , yeni kurulan bir devlet olarak ayakları üzerinde durmaya çalışırken , hem tarafsızlığını korumuş hem de ikinci dünya savaşı gibi hedefi belli olmayan bir büyük savaşa alet olmamak üzere uluslararası alana kendisini kapadığı bir iç düzene yönelme dönemine doğru yönelmiştir . Sovyetler Birliğinin varlığı merkezi coğrafyada bir doğu-batı dengesini ortaya çıkardığı için,Türkiye batıya yönelerek kendisini sosyalist sistemin baskılarından ya da işgal tehditlerinden kurtarmaya öncelik vermiştir. Sovyet tehdidi Türkiye ile birlikte bütün Arap dünyasını da hedeflediği için , Arap ülkeleri de batılı ülkeler ile yakınlaşarak böyle bir büyük gücün Asya’nın kuzeyinden Orta Doğu bölgesine doğru inmesini istemiyorlardı . Ne var ki , savaş sonrası dönemde olayların hızlı gelişmesi yüzünden yirminci yüzyılın tam ortalarında Irak’ta bir darbe yaptıran Sovyetler Birliği merkezi coğrafyaya resmen adımını atıyordu . Rusya’nın sosyalist sistem adına Orta Doğu’ya girmesiyle birlikte , Türkler ile Arapların arasını açmaya dönük bir emperyalist güç daha bölgede öne çıkıyordu . Rusya’nın Irak sonrasında Suriye’ye de müdahale etmesi ve kendisine yakın rejimleri bu iki ülke üzerinden bölgeye getirmesi ile birlikte Rus emperyalizmi de Orta Doğu’da batı emperyalizmine karşı çizgide devreye giriyordu .

Sovyetler Birliği ile sınır komşusu olan Türkiye aynı duruma Arap ülkeleri ile de ortak bir çizgi üzerinden sahip olduğu için , Türkiye’nin Arap dünyasına yönelik açılımlarında Rus hegemonyasının da etkileri olmuştur . Soğuk savaş yıllarında Türkiye ile Arap dünyasının arasına hem batı bloku hem de doğu bloku olarak Sovyetler Birliği giriyor ve bölgede geleceğe dönük bir Arap-Türk yakınlaşmasına gidebilecek tüm gelişmeleri önlüyorlardı . Türkiye’nin Nato üyesi olması da , batılı ülkeler açısından Türkleri Araplardan uzak tutmanın bir başka yolu olarak kullanılıyordu . Türkiye’yi batı emperyalizminin sözcüsü olarak gösteren bir çok senaryo batılı gizli servisler ve basın organları aracılığı kamuoyuna taşınarak, yapay bir Türk_Arap çekişmesi ortamı yaratılıyordu . Türkiye Nato üyesi olduktan sonra , batı bloku Türk devletini hem Ruslara karşı sınır karakolu hem de Araplara karşı askeri üs olarak kullanma yoluna gidiyordu . Bu durum Türkiye Cumhuriyetini sosyalist blok ile olduğu kadar Arap ve İslam dünyası ile de karşı karşıya getiriyordu . Sosyalist sistemin dinsizlik çizgisinde İslam dünyasına karşı durması , İsrail’i bölgede rahatlatıyor ve böylece Türkiye’de laik devlet modeli ile İslam dünyasına mesafeli kalırken, batı ile birlikte doğu blokuna yakın bir çizgiye yöneliyordu . Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Amerikan emperyalizmi Basra körfezine gelerek Irak ve Kuveyt bölgelerinde savaşı başlatıyordu . Bölgede meydana gelen otorite boşluğunun doldurulmasını Araplara bırakmak istemeyen ve Rusya gibi Asya güçlerinin merkezi alana inmesinin önüne geçmek isteyen Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm ittifakı Irak sonrasında , Suriye,Libya ,Yemen gibi Arap ülkelerini de savaş alanına dönüştürmesi üzerine ,bütün Arap devletlerinin parçalanacağı yeni bir emperyalist süreç bölgeye dışarıdan dayatılıyordu . Bu aşamada , Türkiye, Siyonist ve emperyalist oyunlarda kullanılmaya çalışılmaktadır . Bir üçüncü dünya savaşı tehlikesini de beraberinde getiren bu gibi gelişmelere karşı ,Türkiye bağımsız hareket etmeli ve bölge ülkeleriyle bir araya gelerek ,Türk-Arap birlikteliği çizgisinde yeni bir dayanışma düzeninin temelleri atılmalıdır.